Temel insan hakları, ne bireyler ne de devletler tarafından fert ve topluma bir sadaka, lütuf ya da yardım olarak verilmez. Bu haklar asla sadaka, lütuf veya yardım olarak görülmemeli ve gösterilmemelidir.
Bir anne-baba, çocuğuna istediği ismi verebilir ve onunla dilediği dilde, anadilinde konuşabilir. Ne yazık ki, bizler (Kürtler, Zazalar, Lazlar) bu hakları kullanmaya çalıştığımızda, “Müslümanların kardeşlik birliğini bozuyorsunuz” veya “Devlete karşı geliyorsunuz” gibi ithamlarla karşılaşıyoruz. Bu yaklaşım, temel hakların doğasına aykırıdır.
Bu tür söylemler, bireylerin en temel hak ve özgürlüklerini kullanmalarını engelleme amacı taşır ve hakların kaynağını halkın iradesi ve insan onuru yerine devletin veya bir grubun lütfu gibi göstermeye çalışır. Oysa temel haklar, insanın insan olmasından kaynaklanır ve hiçbir otoritenin iznine bağlı ve tabi değildir.
Bir bireyin anadilinde konuşması, çocuğuna istediği ismi vermesi veya kültürel kimliğini özgürce ifade etmesi, ne bir “birlik bozma” eylemidir ne de “devlete karşı gelme”dir. Tam tersine, bu hakların korunması toplumsal barış ve kardeşliğin teminatıdır. Çünkü bir toplumu güçlü kılan, farklılıkların baskılanması değil, o farklılıkların tanınması ve bir arada yaşanmasıdır.
Devletin görevi, bireylerin haklarını sınırlamak değil, bu hakları korumak ve güvence altına almaktır. Devletin ya da herhangi bir grubun, bireylerin en doğal haklarını bir tehdit unsuru gibi göstermesi, toplumsal güveni ve adaleti zedeler. Bu yaklaşım, otoriter bir yönetim anlayışının göstergesi olup, insan haklarına dayalı demokratik bir toplum anlayışıyla bağdaşmaz.
İnsan haklarını bir tehdit olarak gören bir anlayış, esasında toplumdaki barış ve kardeşliği bozan asıl unsurdur. Çünkü bireylerin kimliğini, dilini, kültürünü ve inançlarını özgürce yaşamasına izin vermeyen bir sistem, baskı ve çatışmaya zemin hazırlar. Bu nedenle, herkesin haklarına saygı gösterilmesi, toplumsal barışın ve kardeşliğin güçlenmesi için elzemdir.
Temel insan hakları pazarlık konusu edilemez, sadaka gibi sunulamaz ve bireylerin hak talepleri, “devlete karşı gelme” ya da “kardeşliği bozma” şeklinde çarpıtılamaz. Haklar, herkes içindir ve adil bir düzen, bu hakların güvence altına alınmasıyla mümkündür.
Ne yazık ki, İslam ülkelerinin çoğunda din ve devlet birliği gerekçe gösterilerek halkların temel hakları baskı altına alınmakta, bu durum da iktidarların ulusçuluk ideolojisiyle kendi güçlerini sürdürmesine zemin hazırlamaktadır.
Bu ülkelerde, dinin asıl amacı olan adalet, eşitlik ve özgürlük ilkeleri göz ardı edilmekte, halkların kimlikleri, dilleri ve kültürleri görmezden gelinmektedir. Din, birleştirici bir unsur olmaktan çıkarılıp, iktidarların baskıcı politikalarına meşruiyet kazandırmak için araçsallaştırılmaktadır.
Oysa İslam, insanlar arasında ayrım yapmayı değil, farklılıkları kabul ederek adalet ve merhamet temelinde bir arada yaşamayı emreder. Ancak bu anlayış, çoğu zaman ulus devlet ideolojisi ve siyasi çıkarlar uğruna terk edilmekte, halkların hak talepleri, “birlik ve beraberlik tehdidi” ya da “devlete karşı gelme” olarak lanse edilmektedir.
Bu durum, sadece halkların haklarını ihlal etmekle kalmamakta, aynı zamanda İslam’ın evrensel mesajını da gölgelemektedir. Halkların dillerini, kültürlerini ve kimliklerini yaşama hakkı, İslam’ın temel insani değerleriyle çelişmez; tam aksine, bu değerleri güçlendirir. Ancak bu hakların inkâr edilmesi, hem toplumsal barışı hem de İslam’ın itibarını zedelemektedir.
Sonuç olarak, din ve devlet birliğini savunma iddiasıyla temel hakları kısıtlayan iktidarlar, ne halkların refahını ne de İslam’ın adalet ve özgürlük anlayışını temsil etmektedir. Gerçek bir barış ve kardeşlik düzeni, ancak tüm halkların eşit haklara sahip olduğu, farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği bir anlayışla mümkün olabilir.
Bu anlayışın hakim olduğu ülkelerde, ulusçuluk ideolojisi genellikle homojen bir toplum meydana getirmek hedefiyle ortaya konur. Ancak bu hedef, farklı etnik, kültürel ve dini grupların haklarını yok sayarak toplumsal kutuplaşmaya ve huzursuzluğa yol açar. Böyle bir ortamda, devletin tüm halklara eşit mesafede durması gereken yapısı, çoğunlukçu bir zihniyetin etkisi altına girer. Bu da azınlıkların ya da farklı toplulukların kimliklerini tehdit altında hissetmelerine sebep olur.
Bu baskıcı yaklaşım, sadece bireylerin temel haklarını ihlal etmekle kalmaz; aynı zamanda toplumsal dayanışmayı ve kardeşlik ruhunu da zedeler. İslam dünyasında, Kur’an-ı Kerim’in “Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve sizi kavimler ve kabileler hâline getirdik ki birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız” (Hucurât, 49:13) ayeti gibi öğretileri, farklılıkların bir zenginlik ve hikmet olduğunu vurgular. Ancak bu öğretiler, siyasi çıkarlar uğruna göz ardı edilmektedir.
Devletin, tüm vatandaşlarının haklarını eşit bir şekilde tanıyıp koruması, dinin özüne de uygun bir tavırdır. Din ve devlet işlerinin ayrımını savunmak, dinin toplum üzerindeki etkisini reddetmek değil, aksine onu siyaset üstü bir konuma yerleştirerek yozlaşmasını engellemektir. Çünkü tarih, dinin siyasi amaçlarla kullanıldığında yozlaştığını ve toplumsal ayrışmalara yol açtığını birçok kez göstermiştir.
İslam ülkelerindeki mevcut durumun değişmesi için, halkların temel haklarını tanıyan ve koruyan, çoğulculuğu benimseyen bir yönetim anlayışına geçiş şarttır. Bu geçiş, sadece baskıcı politikaların terk edilmesiyle değil, aynı zamanda dini değerlerin evrensel adalet, merhamet ve eşitlik ilkelerine uygun bir şekilde yeniden yorumlanmasıyla mümkün olacaktır.
Sonuç olarak, hakların korunmadığı, farklılıkların bastırıldığı bir düzen, ne gerçek anlamda İslami ne de insani olabilir. Bu nedenle, İslam ülkelerinin, dinin özündeki adalet ve hoşgörü prensiplerini yeniden keşfetmesi ve bunları yönetim anlayışlarına yansıtması gerekmektedir. Ancak bu şekilde hem toplumsal barış sağlanabilir hem de İslam’ın evrensel mesajı hak ettiği şekilde temsil edilebilir