İslam ve demokrasi

  • Cuma Karaman
  • Cuma Karaman
    25 Nis 2022 06:30
    İslam ve demokrasinin birbirleriyle uyuşup uyuşmadığı tartışması Müslüman din alimleri ve bazı Batılı ilim adamları arasında halen tartışılıyor. Son örneğini Türkiye’de gördüğümüz gibi fiili örnekleri delil göstererek İslam ve demokrasinin birbirleriyle bağdaşmaz olduğunu söyleyenler olduğu gibi, kötü pratiklere rağmen bağdaşır diyenler de az değildir. Bu konuda yıllardır süren tartışmaların büyük bir literatür oluşturduğunu söyleyebiliriz. 


    Bu tartışmaya girmeden önce bir din olarak İslam’ın herhangi bir devlet yönetim şeklini önermediği gerçeğini buraya not edelim. Bunun böyle olduğunu en iyi Peygamberimiz’in (s.a.v) hayatındaki örneklerden görüyoruz. Peygamberin (s.a.v) hayatı boyunca mevcut bir yönetimi ne yıkma ne de ele geçirme gibi bir düşüncesinin ve çabasının olmadığını görüyoruz. İslam dini, tarihsel ve toplumsal şartlara ve devrin ihtiyaçlarına göre siyasi düzenlemeler yapmaları, adil ve insan onuruna yaraşır olmak kaydıyla, yaşadıkları çağa uygun yönetim modelleri geliştirmeleri hususunda inananlarını serbest bırakmıştır. 


    Hal bu iken, Peygamber’in (s. a.v) vefatı sonrasında ortaya çıkan Hilafet kurumu, İslam sanki belirli bir yönetim modeli gerektiriyormuş gibi yanlış bir anlayışa yol açmıştır. Bu anlayışı benimseyen muktedirlerin siyasal ajandaları, içtihat farklılıkları ve mezhepsel ayrılıkları İslam’ın siyaset ve devletle olan ilişkisini zamanla çok çetrefil bir hale getirmiştir. Öyle ki, mevzu din ve dini olmaktan çıkmış, dinin iktidar çekişmelerinde alabildiğine istismar edildiği bir hale bürünmüştür. Oysaki, İslam’ı diğer dinlerden ayıran en bariz fark içtihat kapısını açık bırakması, zaman ve mekâna göre ihtiyaç duyulan tecdide ve değişim yatkın olmasıdır. 


    Peygamber’in (s.a.v) hiçbir yönetim şekline işaret etmeksizin kendinden sonraki idarecinin belirlenmesini ümmete bırakmış olması bu konudaki tavrı hususunda samimi nazarla konuyu ele alanların kafasında hiçbir soru işaretine yer bırakmayacak bir netliktedir. Çünkü, ileride saltanata dönüşecek olan hilafetin vahyin bir neticesi ve Peygamber’in (s.a.v) bir tercihi olmadığı aşikârdır. Kendilerini kimin yöneteceği meselesini halkın iradesine havale eden Peygamber’in (s.a.v) tercihinin halkın kendi kendisini yönetmesi anlamında bir demokratik yönetim biçimine işaret ettiği bile rahatlıkla söylenebilir. 


    Buna rağmen, hilafet meselesini siyasi/idari bir konu olmaktan çıkarıp hilafet sanki dinin özüymüş gibi bir noktaya taşıyanlar ve hatta bir iman meselesi olduğu noktasına vardıranlar çoktur. Öyle ki, tarih boyunca bu uğurda haddi hesabı olmayan çekişmeler, çatışmalar ve savaşlar yaşanmıştır. Diğer dinlerin tarihinde görüldüğü gibi İslam dininin siyasi amaçlarla istismarı da hem tarihte hem de bugün çok ciddi haksızlıklara, zulümlere, hukuksuzluklara, keyfiliklere ve hatta katliamlara yol açmaktadır. Benzer süreçleri geçmişinde kilise odaklı olarak yaşamış ve ağır bedeller ödemiş olan Batı dünyası, yaşadıkları bu acı tecrübelerin ışığında demokrasinin ve sekülarizmin (din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılması) değerini anlamış, yer yer ve zaman zaman kesintilere uğramış olsa da demokrasi kültürünü geliştirmek için yoğun çabalar sergilemiştir. 


    Bugün, benzer bir tecrübe İslam dünyasında da yaşanmakta ve iktidar çatışmalarında İslam’ın istismarından veya dini emirlerin farklı yorumlanmasından kaynaklı olarak yaşanan müessif olaylar, az ve cılız da olsa, bazı alimleri geleneksel kabul görmüş modellerin dışında yönetim modelleri arayışına sevk etmektedir. Bugün dini görünümlü pek çok sosyopolitik yapının geçmişteki din kisveli iktidar çatışmalarının uzantılarından ibaret oldukları gerçeğini aklımızdan çıkarmadan İslam-siyaset/devlet ilişkisi konusunda tarih boyunca ortaya çıkan ayrılık ve çatışmaların sebep olduğu müessif olayları birkaç kategoride ele almak ve bunun farklı sebeplerini sıralamak mümkündür. Ama ben bu yazıda, etkileri bugün de devam ettiği için, sadece “akıl” ve “nâkil” çatışmasına değinmekle yetineceğim. 


    Şurası bir gerçek ki, aklı ve nâkil birbirinden ayırdığımız ve hatta daha ileri gidip sanki birbirlerinin karşıtlarıymış gibi konumlandırdığımız günden bu yana inşa edilen dini anlayışa kıl ve muhakeme yoksunu bir hale gelmiştir. Aklın ve naklin çatışmasını değil, bunların işbirliğini ve birlikteliğini savunan alimlerin başınaysa gelmedik bela ve zulüm bırakılmamış, itibarsızlaştırmaların, linçlerin ve karakter suikastlarının hedefleri haline getirilmişlerdir. İslam dünyasının yüzyıllardır ve halen içinde bulunduğu acınası durum büyük ölçüde aklı ve nâkil birbirinden ayırıp çatışma konusu haline getirenlerin bir eseridir. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etme yetisi olan akıl devre dışı bırakılınca akıl kitleler tarafından küçümsenmeye başlanmıştır. Hal böyle olunca, muktedirlerin siyasi ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretilmiş hükümler, argümanlar, kitaplar sorgulanamaz, eleştirilemez ve tartışılamaz tabular haline gelmiştir. Aklın rolünü sadece nâkil kabul etmek ve nakle tabii olmaktan ibaret gördüklerinden dolayı bu tabular zamanla dinin birer esasıymışlar gibi benimsemişlerdir. Bu fecaat, menfi etkilerini sadece fıkıh alanında değil tasavvuf alanında bile göstermiş ve tarikat çevrelerinde dinin özüne aykırı görüşlerin menbağını oluşturmuştur. 


    Devamı gelecek olan yazının bu bölümüne nokta koymadan önce İslam’a dair şu evrensel ve zamanlar üstü hakikatleri hatırlamakta fayda var: İslam dini fert hayatında tevhid ve ibadet; toplum hayatında ise ahlak ve adalet esasına bakar. Bireysel hayatta takvayı, toplumsal hayatta kolay olanı tavsiye eder. Kolay ve zor arasında tercihini kolaydan yana koyar. İnsanlara hizmet etmeyi ve yardımlaşmayı esas alır. Her türlü istibdat, zorlamayı ve tahakkümü reddeder. Toplumsal hayatı hak ve adalet ilkeleri odaklı kurgular. Meşvereti merkeze alır, sorunların istişareyle hal edilmesini tavsiye eder. Nâkil ile akıl çatıştığında aklı esas alır, vesselam…

    25 Nis 2022 06:30