İstifhamlarla Hakikate Yolculuk

  • Cuma Karaman
  • Cuma Karaman
    27 Ağu 2025 23:00

    Bu haftaki köşe yazımda, bazı meseleleri istifhamlar yoluyla —yani soru-cevap şeklinde, söyleşi tarzında— okuyucularla paylaşmak istiyorum.

    Sual: Değere göre mi, yoksa amaca göre mi hareket etmeliyiz? 

    ya da 

    Bu konuda iki temel yaklaşım tarih boyunca sıkça karşı karşıya gelmiştir:

     

    1-Değere göre hareket etmek:

     

    Bu yaklaşımda eylem, ahlaki ve evrensel ilkelere dayanır. Sonuçtan bağımsız olarak, doğru olan neyse onu yapmak esastır. Yani "doğru olanı yapmak", amaca ulaşsa da ulaşmasa da tercih edilir. Bu anlayış daha çok “ahlaki sorumluluk bilinci” ve “vicdan merkezli” bir duruşu temsil eder.

     

    2-Amaca göre hareket etmek:

     

    Burada esas olan “sonuçtur”. Eylem, istenen amaca ulaşıyorsa değerli sayılır. Yani araçlar, amaca hizmet ettiği sürece meşru görülebilir. Bu yaklaşım pragmatiktir, bazen etik değerleri geri plana atabilir.

    Bu düşünce, sonuca odaklanan ve faydayı öne çıkaran bir yaklaşımdır. Kısaca, “gaye vasıtayı meşru kılar” anlayışına dayanan Makyavelist bir düşünce tarzıdır. Bu bakış açısı, amaca ulaşmak uğruna kural tanımamayı ve her yolu mübah görmeyi meşru sayar.

     

    Machiavelli, Hükümdar adlı eserinde şöyle der:

     

    “Yöneticiler, halkı aldatmak için yalan söyleyebilir; çünkü dürüstlük, siyasetin doğasına aykırıdır. Bir yöneticinin temel görevi, devletini korumak ve bekasını sağlamaktır.”

    Ona göre siyasette, amaca ulaşmak için gerekirse öldürmek, yok etmek, hak ve hukuku çiğnemek meşru kabul edilebilir.

    Machiavelli’nin “gaye vasıtayı meşru kılar” anlayışı, amaca ulaşmak için her yöntemin meşru olduğunu savunurken, İslam alimleri ise adaletin mutlak (mahza) olduğunu ve ne ferdin ne de toplumun hakkının feda edilemeyeceğini belirtmişlerdir.

    Günümüzde siyasal İslamcıların iktidar pratiğinde bu iki yaklaşım nasıl bir karşılaştırma içine alınabilir?

    İktidar için birçok şeyi mübah gören siyasal İslamcı anlayış, gerçekten İslami midir, yoksa daha çok Makyavelist bir düşünceyi mi temsil etmektedir?

    Maalesef tarihte bazı İslam âlimleri, adalet kavramını izafî bir temelde değerlendirerek, fertlerin haklarının toplumun menfaati uğruna feda edilebileceğini savunmuşlardır. Bu anlayış, özellikle devletin ve milletin bekası gerekçesiyle kardeş katli gibi uygulamalara zemin hazırlamıştır. Buna karşılık Hz. Ali (r.a.)’nin temsil ettiği “adalet-i mahza” anlayışını esas alan birçok âlim, bilhassa Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Kur’an’ın temel gayesinin bu saf ve mutlak adaleti tesis etmek olduğunu vurgulamıştır. Eserlerinde verdiği örneklerle bu konuya dikkat çekmiş, hizmetinin merkezine de bu anlayışı yerleştirmiştir.

    Peki, fert ile toplumun hakları arasında nasıl bir denge kurulmalıdır? Ne ferdin hakkı topluma, ne de toplumun hakkı ferde feda edilebilir mi?

    İslam düşüncesinde adalet, sadece hukuki bir kavram değil; aynı zamanda ahlaki ve toplumsal bir ilkedir. Tarih boyunca bazı âlimler, toplumun selameti adına bireysel hakların göz ardı edilebileceğini savunmuş, bu da kimi yöneticilere meşruiyet alanı açmıştır. Ancak bu yaklaşım, bireyin temel hak ve özgürlüklerinin zedelenmesine ve adaletin bir araç hâline getirilmesine sebep olmuştur. 

    Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) gibi adaleti hayatlarının merkezine alan büyük şahsiyetler, her bireyin hakkını titizlikle gözetmişlerdir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ise bu anlayışı sistematik hâle getirerek “adalet-i mahza” kavramını ortaya koymuş; Kur’an’ın hedefinin de bu mutlak adaleti tesis etmek olduğunu ifade etmiştir. Onun “Bir masumun hakkı, bütün toplumun menfaatinden üstündür” sözü, bireyin hakkını toplum lehine feda eden anlayışlara karşı açık bir duruştur.

    Bu yaklaşımda adalet; ne bireysel çıkarları topluma feda eder, ne de toplumsal düzeni bireysel menfaatlere teslim eder. Denge, hakların korunmasında ve ölçünün Kur’an’ın hakikatleriyle belirlenmesindedir.

    Din, yalnızca bireyin manevi dünyasını şekillendirmekle kalmaz; aynı zamanda toplumsal yapının adalet, merhamet ve hakkaniyet ilkeleri üzerine kurulmasını amaçlar. İlahi mesajların temelinde, her insanın eşit haklara sahip olduğu, kimsenin dili, dini, ırkı veya konumu sebebiyle ayrıcalıklı görülmediği bir düzen kurmak vardır. Bu bakış açısı, ne bireyin toplum karşısında ezilmesine, ne de toplumun birey üzerinde tahakküm kurmasına izin verir.

    İslam’ın adalet anlayışı, hakkın güçlüden yana değil, haklıdan yana olması gerektiğini vurgular. Bu nedenle din, toplumsal yapıda güçlü olanın değil, adil olanın belirleyici olduğu bir düzeni hedefler. Her bireyin hukukunu koruyan, herkesin yaşama, inanma ve düşünme hakkını teminat altına alan bir anlayışla toplumun huzuru sağlanabilir.

    Bu çerçevede din, birey ve toplum dengesini kurarken, herkesin hakkını gözeten kapsayıcı bir değer sistemi olarak kendini gösterir. Adaletin ancak bu dengeyle mümkün olabileceğini hatırlatır. Bu ise, insanı ve toplumu hak temelli bir birlikteliğe davet eder.

    27 Ağu 2025 23:00