Siyasi liderlere körü körüne ve bağnazca itaat edenler, ne yaparlarsa yapsınlar onlara destek verenler bir gün mutlaka pişman olurlar. Siyaset, insanları iyi idare etme sanatı iken, bugün maalesef, insanları köleleştirme sanatına dönüşmüş durumda. Oysaki inançlı olmanın gereği, ”halife” dahi olsa hiçbir idareciye mutlak itaatte bulunmamak, destek vermemek, tam aksine her daim muktedirlerle eleştirel bir mesafeyi koruyabilmektir. Çünkü, beşer şaşar ve hiç bir beşerin bu konuda bir garantisi yoktur. Zaten temel dini referanslarımız da masiyete beşerin itaati olmaz der.
Bir idareciye haktan, hukuktan, adaletten şaşmadığı sürece elbette ki sevgi, saygı gösterilebilir ve iyi işlerine destek verilebilir. Tabii, aksi bir tutuma yöneldiğinde, bu muktedir en yakınımızdaki kişi bile olsa, yeniden hakka, hukuka ve adalete dönünceye kadar muhalefet etmek şartıyla. Liderler için söz konusu olan çevremiz için de doğrudur. Bahsini ettiğimiz sevdiğimiz, saydığımız en yakın dostumuz dahi olsa zulme yöneldiği, hak ve hukuku çiğnediği, kul hakkına göz dikip harama el uzattığı, hırsızlık, yolsuzluk yaptığı, yalan söyleyip iftira attığı, en temel insani değerlere ihanette bulunduğu veya insanları aldattığı zaman onunla en azından yolumuzu ayırmamız gerekir.
Her koşulda değerlere, ilkelere sadakati korumak yerine ne yaparsa yapsın kişiler savunulmaya başlanırsa gün gelir bu kişilerin bütün ilkesizlikleri, rezillikleri, pislikleri de savunulmak zorunda kalınır. Ve tüm bunları meşru göstere bilmek için yapılanlara dinden kılıflar bulmaya bile yeltenilebilir. Günümüz siyasal İslamcılarının düştüğü durum işte tam da böyle bir şeydir.
Bugün toplumda gözlemlediğimiz bir diğer hastalıklı durumda, çoklarının şikayet ettiği gibi, kitlelerin düşünmeden, okuyup araştırmadan sürü mantıkıyla hareket etmesidir. Kabul etmeliyiz ki, çok ciddi muhakeme problemi olan bir milletiz. Okumaya, araştırmaya, sorgulamaya değil ama ezbere konuşmaya bayılırız. Ne söylediklerinden bağımsız olarak kim daha çok bağırıyorsa, doğrudan ziyade kim daha çok yalan söylüyorsa onun peşinden gitmekte hiçbir beis görmeyiz. Liderler için geçerli olan bu durum maslahatçı bir seçicilikle topluma yön verme pozisyonuna oturtulan sözüm ona kanaat önderleri için de geçerlidir. Özgür ve bağımsız medyanın elimine edildiği günden beri ekranları, gazete sayfalarını dolduran ve iktidarın en bariz hatalarını, en korkunç günahlarını bile azgın bir iştahla savunarak hayasızca meşrulaştıran ”analistlerin”, ”stratejistlerin”, ”ekonomistlerin” bu denklemdeki rolünün semeresini görmek isteyenlerin ülkenin dış politkadaki konumuna, ekonomideki durumuna, demokrasi, adalet ve insan hakları konusundaki sefil görünüme şöyle bir bakması yeterli. İşinin ehli, liyakat sahibi kadroların keyfi bir şekilde şucu bucu diye itham edilerek hukuksuzca görevlerinden uzaklaştırılıp yerlerine kifayetsiz muhteris yandaşların doldurulmasının doğal bir sonucudur bu tablo. Akıl ve mantığını zerre kullanabilenlerin kolayca görebileceği bu gerçeği ne yazık ki siyasi tarafgirlik taassubu ve körlüğü içerisinde olan milyonlar bir türlü idrak edemiyor. Daha pek edecek gibi de görünmüyor.
Maalesef bu taassup ve körlük hali sadece sınırlarımız içerisinde kalmıyor, başka ülkelerdeki haksızlıklara, hukuksuzluklara ve zulümlere karşı da kendini kesif vicdansızlık, körlük, sağırlık ve dilsizlik şeklinde gösteriyor. Hatta bununla da kalmayıp mazlumdan yana olmaktansa zalime alkış tutulabiliyor. Doğrusu böylesi bir kalabalığa ”millet” değil, olsa olsa ancak ”illet” denilebilir. Tabii, kendi ülkesinde ırkçı, faşizan, militarist, jakoben, otoriter, devletçi, güvenlikçi ve kavgacı olan hastalıklı bir kitlenin dünyada olup bitenler konusunda farklı bir tavır takınmasını beklemek ne kadar gerçekçi olur o da ayrı bir konudur.
Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal girişimi bu konudaki en son turnusol kağıdı oldu. Dincisinden milliyetçisine, sağcısından solcusuna, Kemalistinden ulusalcısına varıncaya kadar farklı ideolojik çevrelerin bu hastalıklı karakterleri bu vesileyle ortalığa bir daha saçıldı. Yüzlerindeki maskeler bir bir düşmeye başladı. Despot Putin rejiminin haksız, hukuksuz, uğursuz ve gayri meşru saldırganlığına kılıf uydurabilmek için hemen “ama”lı, “fakat”lı cümleler kurmakla işe başladılar. Apaçık saldırganlığı ve tecavüzü görmezden geldiler. Belki çok azı istisna olmak üzere, genel özelliği zulme ya da mazluma odaklanmak yerine zulmü yapanın ve uğrayanın kimliğine göre tavır alan tipik bir Ortadoğululuk karakteri sergilediler. İşte bu karakterdekiler zalim neseben ya da ideolojik bakımdan kendilerine yakınsa zulmünü görmezden gelip meşrulaştırarak alkışlamaktan zerre utanmazlar. İnsaniyetten, medeniyetten ve vicdandan binasip bu zümrelerin gözünde mazlumun kimliği büyür de büyür ve gördüğü zulmün önüne geçer. Masum ve mazlum halklara karşı her biri manen Putin’in Çeçen kuklası Kadirov’a dönüşür, mütecaviz diktatörlerin yanında saf tutmaktan haya etmezler.
Bu kafa tacize, tecavüze uğrayan kadınlara ”gecenin o saatinde yalnız ne işin vardı dışarıda?” ya da ”sen de öyle giyinmeseydin” diyen o karanlık kafanın ta kendisidir. Saldırganı, mütecavizi, ne yaparsa yapsın güçlüyü, muktediri aklayan, suçu mazlumda, kurbanda, zayıfta arayan işte o hastalıklı kafadır bu kafa. Bazen dincidir bu kafa, bazen seulusalcı, Kemalist ya da solcu. Çarpık anlayışılı bu ideolojikmankurtlar çifte standartta, iki yüzlülükte sınır tanımaz. Geçenlerde başörtülü bir kadının bir kadın doktora nasıl saldırarak başını duvarlara vurduğunu bir hatırlayın. Bu saldırıya karşı siyasal İslamcı kesimden tek bir kınama bile gelmemesi normal mi? Oysa aynı zümre, bunun aksi olmuş olsaydı, ”başörtülü bacımıza saldırdılar” diye gece gündüz nasıl da ortalığı ayağa kaldırırdı.
Dincisi böyle de Kemalisti, ulusalcısı, milliyetçisi, laikçisi sanki çok mu ilkeli? Elbirliğiyle Türkiye’nin tipik ve sıradan bir Ortadoğu ülkesi olarak kalması için ellerinden geleni yapıyor, bu melanet gayrette birbirleriyle yarışıyorlar. Batı’yı bugün olduğu yere taşıyan hukuk ilkeleri ve kurumlar, temel hak ve hürriyetler ülkeye gelirse tahakkümcü iktidar tekelini yitirme endişesiyle ölüp ölüp diriliyorlar. Bu paranoyalarını, bu hastalıklı tavırlarını ise “ulusal çıkar” ”milli beka”, ”emperyalizmle mücadele”, ”ümmet davası” ”milli ve yerli olma” söylemleriyle paketlemeyi çok iyi beceriyorlar.
Halbuki Müslüman olmayı bir kalemde geçin sıradan bir insan olmak bile mazluma kimliğini sormayı ayıp ve zûl sayar. Çünkü, mazlum mazlum olduğu müddetçe insan olanın gözünde ne Yahudidir ne Filistinli, ne Türktür ne de Kürt, ne Rustur ne de Ukraynalı, ne Müslümandır ne de Hristiyan, ne siyahidir ne de beyaz… Mazlum sadece mazlumdur. Hiçbir ayrım yapmaksızın mazlumdan yana ol(a)mayan ise zalimin ta kendisidir. Bu temel çerçeveden bakıldığında, bundan daha birkaç yıl önce taş taş üzerinde bırakılmayan bin yıllık Kürt şehirlerinde ve Suriye’de Kürtlere yapılanlar karşısında, Libya’da ve Irak’ta ”savaşa hayır” demek şöyle dursun en ırkçı damarları kabararak coşan güruhların bir başka coğrafyadaki savaşa hayır demekteki samimiyetleri üzerine de düşünmek gerekir.
Kendilerinden uzaklardaki savaşlara ”hayır” demek kolay. Asıl mesele, pek çok bedeli göze alarak ”savaşa hayır” diyen Ruslardan bir kısmının bugün yaptığını yapabilmekte. Bizden olanların aktörü olduğu ya da kışkırtıcılığını yaptığı savaşlara”hayır” diyebilmekte. Ancak böyle bir tavır gerçek bir insan olma erdemini ifade eder. Diğer türlüsüyse en basitinden”iki yüzlülük” olarak değerlendirilmeyi hak eder. Uzakta veya yakında, mütecaviz bizden veya başkalarından olsun farketmeksizin her durum ve koşulda hakkı, hukuku, özgürlük ve barışı savunanlara selam olsun!