Röportajın fitilini ise Osman Şimşek tarafından ortaya atılan ve Hulusi Akar’a yazıldığı iddia edilen bir mektup ateşledi. Gazeteciler bu mektubun peşine düştüler; muhataplara sordular fakat böyle bir mektubun varlığına dair herhangi bir delil bulamadılar.
Benim asıl dikkatimi çeken kare ise tavan arasındaki gelişigüzel istiflenmiş ve dosyalanmış mektuplar klasörleri oldu. Boynu bükük, öylece duran, tozlu raflarda unutulmuş bu belgeler, aslında bir tarihin sessiz şahitleriydi. Hocaefendi’nin 25 yıllık Amerika hayatına dair hiçbir şey olmasa, sadece bu mektupların tanıklığı bile yeter diye düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den, TBMM Başkanı Bülent Arınç’tan, dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’den; kanaat önderi ve Timaş Yayınları kurucusu Hekimoğlu İsmail’den; psikiyatr ve nöropsikolog Nevzat Tarhan’dan, yazar-sosyolog Ümit Meriç’ten, araştırmacı yazar Emine Şenlikoğlu’ndan, tarihçi Mehmet Niyazi’den, hadis âlimi İbrahim Canan’a… Hatta Arap âlimlerinden, Arapça ve Osmanlıca mektuplardan, talebelerden ve Hizmet gönüllülerinden gelen yazılara kadar uzanan tarihi vesikalar var bu dosyaların içinde.
Vefatına Hocaefendi’nin çok ağladığı mütefekkir-yazar Ahmet Selim, mektubunda şöyle sesleniyor:
“Öyle bir demokratik duruş ve beyan, meseleyi en kısa yoldan halleder. Gençliğinde dahi her gününü son gün gibi yaşayan büyük bir mütefekkirin ve gönül insanının böyle bir hitabı, meselenin kalben çözülmesini sağlayacaktır. Üslubumdaki aceleciliği ve eksiklikleri bağışlamanızı istirham eder, selamlarımı, en içten ve en kalbî hürmetlerimi arz ederim. Efendim, Ahmet Selim...”
Hekimoğlu İsmail’in 2000 yılında kaleme aldığı samimi mektubunda ise şu satırlar dikkat çekiyor:
“Muhterem hocam, namazlarımdan sonra
size dua ediyorum. Duanıza layık olmaya gayret ediyorum. Kendi dünyamdaki
meşguliyetlerim, hizmetinizde daha fazla bulunmama mani oldu. Son üç senedir
Türkiye’yi il il, ilçe ilçe dolaşıp konferanslar veriyorum. Salonlar, spor
salonları hıncahınç doluyor. Halk ayağa kalkmış; din için, ilim için seferber
olmuş durumda. Aleyhte görülen bazı haller, bir teyakkuza vesile oldu. Böyle
bir harekete ihtiyaç vardı.
Aramızda mesafeler olsa da aynı atmosferi solumanın saadetini yaşıyorum. Size
sağlık, afiyet ve uzun ömürler diliyorum. Kitaplarınızla, bantlarınızla hep
bizimlesiniz. Selam ve hürmetlerimin kabulünü diler, dualarınızı beklerim
efendim.”
— Hekimoğlu İsmail, Zaman Gazetesi
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin devlet erkânına, farklı ülkelerden kanaat önderlerine yazdığı mektuplar da var. Ancak bunların çoğunun kopyası nüsha şeklinde değil, daha çok dijital ortamda muhafaza ediliyor. Bu ise büyük bir eksiklik… Zira Hocaefendi’nin onay verdiği ve gönderdiği her mektup, tarihi bir vesika hükmündedir.
Bütün bu emanetlerin gelecek nesillerin hakkı da gözetilerek bir Hizmet Müzesi projesiyle korunması gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir projenin konuşulduğunu biliyorum ama ne seviyede olduğu hakkında bir bilgim yok. Bu evrakların kıymetine uygun bir şekilde muhafaza edilip sergileneceği bir müze, en kısa zamanda hayata geçirilmeli. Dünyanın dört bir yanından farklı emanetlerin de bu müzeye katkı sağlayacağına inanıyorum.
Bugün ise hizmet gönüllüleri zor günlerden geçiyor. Türkiye’de zulüm rejimi, hamile kadınları doğumdan sonra hapse atıyor; ayakta duramayan yaşlı insanları bile evine göndermiyor. Eşitlik, demokrasi ve insan hakları söylemleri ise günü kurtarmaktan öteye geçemiyor.
Oysa bize düşen, bulunduğumuz yerde küsmek ya da darılmak yerine Hizmetin bir ucundan tutmak; şahısların fani, Hizmet’in ise baki olduğunu unutmamak. Ne var ki bazen dilimiz fazlasıyla sertleşiyor, bazen de aşırı felsefi ifadelerle gereksiz kategoriler oluşturuyoruz. Hâlbuki Kur’an ve Sünnet’te hükümler açıktır; ama asıl mesele “kavl-i leyyin”e, yani yumuşak söze teşvik eden o nezih üslubu kaybetmemektir.
Herkesin yükü ağır, iradeler kırılgan, gönüller dağınık… Bu yüzden birbirimize karşı kucaklayıcı, samimi ve şefkatli davranmaya en çok bugünlerde ihtiyacımız var. Haklı olabiliriz, hem de hiç olmadığımız kadar haklı… Ama bazen de yaramıza tuz basıp susabilmek büyük bir erdemdir.
“Kalanlar kalır, gidenler gider” mantığı bizi doğruya götürmez. Bazen de bilinmeyen bir kişinin çıkardığı bir söylenti yüzünden ürküp ordudan kaçan askerler gibi davranıyor insanlar. Evet, kötü niyetli insanlar var ve kötülüklerini sürdürmeye devam ediyorlar. Ama onların yanında hakikati arayan, iyi niyetli insanlar da var. Eğer sırf bizim üslubumuz yüzünden insanlar hakikatten kaçıyorsa, bu da ayrı bir sorumluluktur.
"Dümen başındaki insan rüzgârın nereden eseceğine karar veremez, ne şiddette eseceğine de; ama kendi yelkenini yönlendirebilir. Ve bu da kimi zaman inanılmaz derecede fark eder. Aynı rüzgâr, deneyimsiz ya da ihtiyatsız ya da yanlış karar veren bir denizciyi felakete sürüklerken, bir başkasını sakin bir limana ulaştıracaktır." der Ölümcül Kimlikler kitabında Amin Maalouf.
“Evet, elimizden geleni yaptık; yine de yaranamadık, yaftalardan kurtulamadık. Başına gelen her kötülüğün sebebini karşısındakinde görenler, Oscar Wilde’ın, Dorian Gray’de dile getirdiği şu gerçeği kavrayamamışlardır: ‘Hepimiz kendi şeytanımızız ve dünyayı yaptıklarımızla kendi cehennemimize çevirebiliriz.’”
Öylelerine de şu hakikati hatırlatmak yeter:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır,
sana ne kötülük dokunursa kendindendir...”
(Nisa, 4/79)
Efendimiz’in sav dünyaya teşrif ettiği Mevlid Kandilinizi ruhu canımla tebrik ederim.