571

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    14 Eyl 2024 23:24

    Kâinat yaratıldığından beri aylar, yıllar, günler, saatler, saniyeler hep o kutlu tarihe doğru akıyordu.
    Zaman o tarihe ayarlıydı.
    Bütün yollar o tarihe çıkıyor, bütün kapılar ona açılıyordu.
     Cennete açılan bütün kapıların şifresi o tarihte saklıydı.
    Hazreti Âdem o tarihte doğacak bir çocuğun hatırına bulmuştu yitirdiği cenneti.
     Yeni bir Rönesans’ın sembolü olan Hazreti Nuh’un gemisi ona doğru yol alıyordu.
    “Minyatür bir hakikat sitesi olarak yüzen Nuh’un gemisi” bahara çıktığı sahildeki zaman tabelasında o tarih yazılıydı.
    Sular onun için şahlanıyor, suların sesi onu fısıldıyordu.
    Ceddi enbiya Hazreti İbrahim o tarihte doğacak bir çocuğun hatırına alevlerin bir ucundan giriyor diğer ucundan çıkıyordu.

    Yanıp küle çevrileceği, yok olacağı yerde onun için var oluyordu.
    Gölgeler onun için güneşi yakıyordu. 
     Hazreti İsmail, o tarihte doğacak olan çocuğa kentler kurmak için kurban olmaktan kurtuluyordu.
    Hazreti Yusuf’un düştüğü kuyunun, köle olarak satıldığı sarayın, atıldığı zindanın duvarlarında o tarih yazılıydı.
    Çekilen çileler, yürünen yollar onun içindi.
    Hazreti Musa için Kızıldeniz'e kurulan ilahi yolun bitiş tabelasında o tarih yazıyordu.
     Hazreti İsa’nın gerilmek istendiği çarmıhta o  vardı.
    Nihayet o gün yaklaşmıştı.
    Muştu ve akisler vardı ufukta.
    Hadiseler onun yakın olduğunu müjdeliyordu. 
    Karanlığın koyulaşması şafağın sökün etmesinin alametiydi. 
    Ve o kutlu tarihin gölgesi insanlığın üzerindeydi.
    Hazreti İbrahim’in oğlu İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa etmelerinin üzerinden 2500 yıldan fazla bir zaman geçmişti. 
    Işığa hamile kapkaranlık bir dünya…
    Mekke site devletini son peygamberin dedesi Abdulmuttalib yönetiyordu.
    Kuss İbni Saide, Zeyd İbni Âmir, Varaka gibi şafağı düşleyenler “vakit geldi” diyordu.
     Abdulmuttalib de tıpkı babası Haşim gibi bilge, güzel ve iri yapılı biriydi. Mekke’de herkes ona saygı duyuyor, derdi olan ona koşuyordu. Lakin uzun yıllar hiç evladı olmamıştı. Bir gün: “Allah’ım! Bana on erkek evlat ver de birini sana kurban edeyim.” diye dua etti. Allah ona on erkek ve altı kız evlat verdi. 
    Bir gece rüyasında tıpkı atası Hazreti İbrahim’e hatırlatıldığı gibi verdiği söz kendisine hatırlatılınca, evlatları arasında kura çekti. Kura en çok sevdiği oğlu Abdullah’a çıktı. 
    Atası İsmail gibi Abdullah’ın da damarlarından teslimiyet şırıltıları döküldü;
    “Babacığım! Sen Allah’ın emrini yerine getir. Beni sabredenlerden bulacaksın,” 
     Lakin ne babasının ne de Mekke’nin ileri gelenlerinin yüreği bu yiğidin kurban edilmesine razı olmadı.
    Geceler, gündüzler boyu süren konuşmalardan sonra bir çare düşündüler.
    Kureyşlilerde bir insanın diyeti on deveydi. On deve ile Abdullah arasında kura çekilecekti. Develere çıkıncaya kadar kura tekrarlanacaktı.
    Her defasında develer onar onar artırılacaktı.
    On, yirmi, otuz, kırk... Kura hep Abdullah’a çıkıyordu. Abdulmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her kura çekilişinde ellerini semaya doğru kaldırarak dua ediyordu. Nihayet develerin sayısı yüzü bulunca kura develere çıktı. Böylece Abdullah yüz deve karşılığında kurban edilmekten kurtuldu.
    Abdulmuttalib, yüz devenin Safâ ile Merve arasında kurban edilmesini emretti. Kurban edilen develerin etlerini Mekkeliler evlerine taşıya taşıya bitiremediler.
     Vehb’in güzeller güzeli kızı Âmine Sultan bir gün şehrin tenha sokaklarının birinde yürürken Abdullah’la karşılaştı.
    Aman Allah’ım! O ne güzellikti... 
    Siyah saçlarının hârelendiği geniş alnında bir nur parlıyordu. Ötelerden gelen bir nur… Hazreti Adem’in alnındaki nur…
    Peygamberden peygambere kandil kandil ulanan ilahi nur…
    Âmine Sultan, gönlünü yaralayan, gönlünü yaraladığı gencin adını öğrendi: ‘
    Abdullah.
    Âmine Sultan, gönlündeki zarafeti kelimelere dökebilen güçlü bir şairdi. Yazdığı şiirler bir divan olurdu.
    “Yeter ki sen mutlu ol“ sözü günümüze, onun şifahi divanından intikal etmişti.
    Abdulmuttalib, Amine Sultanı oğlu Abdullah’a istedi.
    Bu kutlu evlilik sadece iki ay sürdü.
    Güzeller güzeli Abdullah, ticaret için gittiği Suriye’den dönerken yolda hastalandı ve Medine’de vefat etti.
    Daha 25 yaşındaydı.
    Kocasının ölüm haberi, öldürücü bir darbe indirdi Âmine Sultanın yüreğine. Günler geceler boyunca ağladı, ağıtlar yaktı. 
     Mekke’de o güne kadar hiç kimse için böyle bir gözyaşı döküldüğü görülmemişti. Yalnızca iki ay sürmüştü bütün mutlulukları. 
    O acıyla Âmine Sultan’ın yaşaması imkânsızdı. 
    Teselli Hakk’tan geldi. 
    Bir gece rüyasında: “Sakın üzülme!” dediler. “Sen bir emanet taşıyorsun.
    Kâinatı aydınlatan ışık senden doğacak.” 
    Bu defa dünyanın en güzel gülüne nurlu bir bahçe, en nadide incisine sedef olmanın tatlı esintileri sardı ruhunu. Sanki bir bebeği değil, bütün âlemi taşıyordu içinde. Öylesine dopdoluydu. 
    Asırlardır beklenen güneşin doğmasına elli gün kadar bir zaman kalmıştı. 
    O günlerde Mekke bir felaket haberi ile çalkalandı… 
    “Yemen Valisi Ebrehe, büyük bir ordu ile Kâbe’yi yıkmaya geliyor!” 
    Ve bir gün Ebrehe’nin ordusu Müzdelife taraflarında göründü.
    Ordunun önünde dev bir fil vardı. 
     Ebrehe, ilk iş olarak, ordugâha yakın bir yerde yayılan Mekke reisi Abdulmuttalib’in iki yüz devesine el koydu. 
    Abdulmuttalib, Ebrehe ile görüşmeye gitti. Develerini istedi. 
    “Ben de senin ‘Kâbe’yi yıkma!’ demeye geldiğini düşünmüştüm,” dedi Ebrehe. 
    “Ben develerin sahibiyim, Kâbe’yi sahibi korur,” dedi Abdulmuttalib. 
    Ebrehe öfkeden çılgına döndü. “Onu bana karşı kimse koruyamaz,” diye kükredi. 
    Mekke halkı Ebrehe’nin zulmünden kaçtı, tepelere, dağ başlarına tırmandı. Mekke boşaldı. Abdulmuttalib, Kâbe’nin halkasına tutundu: “İlahi! Kâbe’yi ve Kâbe halkını koru,” diye dualar edip, gözyaşı döktükten sonra o da yürüdü dağlara doğru. 
    Koruyucu olarak, bir tek örtüsü kaldı Kâbe’nin. 
    Yemen alacası bir örtü… 
    Ordu, Müzdelife’den harekete geçtiği sırada Yemen taraflarından, bulut gibi bir karartı yaklaşmaya başladı. Gözler dehşetle açıldı. Gökyüzünde hiç görülmemiş kuşlar belirdi. İrili ufaklı, bölük bölük birbiri ardınca geliyorlardı. Başları vahşi hayvanların başı gibi, kanatları benek benekti. Dillerindeki çığlık, duyabilenler için, 
    “Yâ Kahhar!”dı. 
    Gagalarında kızgın taşlar taşıyorlardı. Fil ordusu kuşların ağzından dolu gibi dökülen taş yağmurunun altında kıpırtısız kalakaldı. Yanmış, yakılmış, biçilmiş, savrulmuş bir ekin tarlasına döndü. 
    Bütün Mekke halkı çekildikleri tepelerden, dağlardan izledi olanları. 
    O gün herkes anladı ki Kâbe sahipsiz değil! 
    Değişim düşlerle başlardı. Âmine Sultan’ın düşleri, yaklaşan mucizenin ilk habercisiydi. 
    Muştular vardı ötelerden. 
    Takvimler Miladi 571’i gösteriyordu.
    Aylardan Rebiulevvel’di.
    Günlerden pazartesi…
     Bol yıldızlı bir bahar gecesi sona ermek üzereydi. 
    Vakit tamamdı. 
    Âlemde ne varsa her şey bir bekleyişe kilitlenmişti. Ağaçlar gül esintiliydi. Rüzgârlar gül kokuları taşıyordu. Bulutlar gül yağdırıyordu insanlığın üzerine. Bir den gök kapıları açıldı.
    Işıklar karanlıkları kovalamaya başladı.
    İlkin ellerinde bayraklarla üç melek göründü.
    Bayraklardan biri Kâbe’nin damına dikildi.
     Biri dünyanın en doğusuna, bir diğeri de en batısına…
     Sonra kendi dönemlerinin en üstün kadınları olan Hazreti Meryem ve Hazreti Asiye, meleklerin arasında, ellerinde nurdan bohçalarla geldiler. 
    Mekke ebeleri Şifa Hatun ile Fatma Hatun da koştular. Her yana gül kokuları saçıldı. Güneş yeni bir güne doğarken, melekler bütün âlemlere Nur Çocuğu müjdeleme yarışına girdiler. Bir mutluluk tufanı koptu. Bir sevinç yayıldı varlıklar arasında. Muştu dalga dalga bütün dünyayı sardı. 
    O sesle putlar devrildi, binlerce yıldır yanan Mecusilerin ateşi söndü, karanlık sular dalgalandı, zulüm sarayları sarsıldı. Önce Kâbe’deki 360 putun baş aşağı devrildikleri haberiyle çalkalandı.
    Nur Çocuğun doğumunun üzerinden günler, aylar geçiyor ama Mekke’ye ulaşan haberlerin ardı arkası kesilmiyordu. 
    İşin ilginç yanı, bu haberlerin hepsi yeni doğan bebekle ilgiliydi. 
    Geleceğinin alâmetleri bırakılmıştı yollara.
    Nur Çocuğun doğduğu gün Yesrib kalelerinden birinin üzerine bir Yahudi âliminin çıktığı ve yüksek sesle, “Ey Yesrib halkı! Ey Yesrib halkı! Bu gece Ahmed'in yıldızı doğdu,” diye seslendiği haberi geldi..
    Yine aynı gün, İran Kisrasının sarayı şiddetle sarsılmış, sağlamlığıyla iftihar ettikleri on dört eyvan yerle bir olmuştu. Sâve Gölü kurumuş, Semâve Vadisini su basmış, üstelik Mecusîlerin bin yıldır yanan ateşleri de o gece sönmüştü. Kisra Nuşirevan, rüyasında Arap atlarının, semiz ve güçlü develeri arkasına takıp Dicle’yi geçtiklerini, oradan da ülkesinin her tarafına yayıldıklarını görmüştü. 
    Aylar, güneşler, yıldızlar, bulutlar, sular, ateşler, ağaçlar, bilcümle alem çağrışuben O’na ‘Merhaba!’ diyordu.
    Merhaba! Ey âl-i Sultan, merhaba!
    Merhaba ey cân-ı Canan, merhaba!
    Merhaba! Ey derde derman, merhaba!
    Ve takvimler 571‘i gösteriyordu.

    14 Eyl 2024 23:24