Arabamız yeşille mavinin buluştuğu uçsuz-bucaksız bir deniz kıyısında duruyor. Gelinliklerini giymiş badem ağaçları, “Ey insanlar mutluluğa açın pencerelerinizi, bahar geldi” diye haykırıyorlar. Her bir yanda bahar naraları yeri göğü inletiyor. Kelebekler heyecan, neşe ve telaşla uçuyorlar. Cennetten bir köşe olan doğanın bu asude yerinde kendimi baharın içine düşmüş gibi hissediyorum. Kuşlar, papatyalar, gelincikler, çayır-çimenler, ağaçlar, çiçekler yeni bir baharı selamlıyorlar. Şairin dediği gibi yapraklar sevincinden titriyor. Ağaçların damarlarında bir pırıltı dolaşıyor. Dalların uçlarında yer yer, açık yeşil, diri tomurcuklar fışkırıyor.
“Bir yeşil kan, bir yeşil can yağdırıp, kudret, yere;
Yemyeşil olmuş fezâ; gömgök kesilmiş dağ, dere.”
Katherine Mansfield’in ‘Bahçe Partisi’nde dediği gibi; Bir kere hava çok güzel… Bir piknik için mükemmel bir gün. Rüzgârsız, sıcacık, gökyüzünde tek bulut bile yok. Sanki yazın ilk günleri gibi, sadece hafif bir altın sarısı ışığa bürünmüş masmavilik. Doğanın bu kendinden geçmişçesine bir anda silkinip güzelleşme hali oldukça büyüleyici. Her birine bir melek eli değmişçesine papatyalar, başlarını hafifçe eğerek sevinçle gülümsüyorlar.
Ülkemizdeki bahar günlerine özgü o pırıl pırıl gök var gurbetteki bu yeni yerimizde. Epey bir zamandır hasretini çektiğimiz bir bahar ve bahar şenliğinin tam ortasında buluyorum kendimi. Çocuklar, çimenlerin üzerinde bahara salınmış kelebekler gibi sağa sola koşturuyorlar. Kimi ellerindeki rengârenk balonları uçuruyor, kimi ip atlıyor. Toplar, balonlar havadaki kuşlarla yarışıyor. Deniz, üzerine ipeksi parlak bir kadife örtülmüş gibi ikindi güneşinin altında kıpırtısız duruyor.
Yemekler yeniliyor, çaylar içiliyor. Kimi hapislerden çıkarak, kimi Meriçlerden geçerek gelmiş olan bu yaralı topluluğun bu saadetli buluşmasını seyrederken hayalim yıllar öncesine gidiyor. 10 Nisan 1977’ye. İzmir’de üniversite okurken bir pazar günü Buca Kaynaklar Köyü yakınlarına pikniğe gidiyoruz. O gün oranın, Hocaefendi’nin on yıl kadar önce seksen kadar öğrenci ile üç ay boyunca kamp yaptığı yer olduğunu öğreniyoruz.
Hocaefendi, “İkindiye kadar gezin dolaşın, bahardan kâm alın, doğanın dilini dinleyin. İkindi namazında burada buluşalım. Benim de size diyeceklerim var.” diyor. İkindiye kadar kıştan yeni çıkmış tabiatın bağrında özgürce dolaşıyoruz. Gün ikindiye kaydığında Hocaefendi’nin etrafında toplanıyoruz. Yağmur yüklü bulutlar gibi olan Hocaefendi; “Allah’ı unutanlar gibi olmayınız.” diye başlıyor konuşmasına…
“Mesuliyet şuuru ile yaşayın. Bizler, her birerlerimiz neciyiz, bu dünyaya niçin geldik? Dün yaptıklarınız sizi kurtarmaz. Günde kırk defa Fatiha’da Allah’tan dosdoğru olmayı istediğiniz gibi bir ömür boyu istikamet içinde olmanız, bir ömür boyu emaneti omuzlarınızda hissetmeniz gerekir. Gül devrini desen desen dokuyan sahabeler, her hal ve şartta üzerlerine düşeni yapmışlar. Yemâme’de saflarda bir çatlaklık olduğunda her tepeden bir münadinin sesi duyuluyor; “Ey Ensar! Huneyn’de olduğu gibi bir kere daha davranın.” Çadırın içinde bir örtünün altında yaralar içinde cansız yatan Ebu Akil birden fırlıyor, düşman saflarına dalıyor, sallanıp duran kesik kolunun kendisine engel olduğunu görünce üzerine basarak koparıp atıyor.
Vazife, cenazeye düştüğünde bile destansı bir kahramanlık sergiliyorlar. Şimdi bir kere daha davranma zamanı. Dört beş asırdan beri İslam acımasızca saldırılara maruz kaldı. İslam coğrafyası işgal edildi. Ahlaki değerler yok edildi. Nesiller imansız, alınlar secdesiz hale geldi. Bugün bu kutsi görev bizim omuzlarımızda. On sene önce yine burada, bu dağ başlarında “Vur Ferhat kazmayı, çoğu gitti azı kaldı-” diyordum. Bugün tekerlek tümseğe çıktı. Bundan sonra geriye değil hep ileri gidecektir.
Rahmetli babamdan dinlemiştim. Acıların şairi Merhum Mehmet Akif, Sultan Ahmet veya Ayasofya’ya her sabah ne kadar erken gelirse gelsin, saçları bembeyaz bir adamı direğin dibinde daima ağlarken buluyor. Dev mumların aydınlığından kaçarak heybetli sütunların gölgesine gömülen bu adamın içinde kopan fırtınayı fark etmemek mümkün değildir. Bir keresinde Mehmet Akif; “Be adam, insan Allah'tan bu kadar ümidini keser mi, neden sürekli ağlıyorsun?” diyor.
Göz çukurları şafağın kızıllığı ile dolmuş adam, bilcümle derdini döküyor dayandığı direğin dibine; “Ben Abdülhamid’in ordusunda binbaşıydım. Annem ve babam bir gün, aniden vefat ettiler. Bağlarımız, bahçelerimiz, çiftliklerimiz sahipsiz kalmıştı. Sadarete bir dilekçe yazdım. Cevap, Hünkâr'dan geldi: “İstifanız kabul edilmedi.” Bu defa doğrudan Hünkâr'a bir dilekçe yazdım. Huzuru hümayuna çağrıldım. Heybetli sultan tahtında oturuyordu. Neden istifa etmek istediğimi sordu, anlattım... Yüzündeki hoşnutsuzluk gözlerinden okunuyordu. İstifa etmemi istemiyordu, elinin tersiyle dilekçemi bana doğru iterek ,“Haydi git, istifa ettirdik.” dedi. Huzurdan çıktım. İçimde buruk bir acı olsa da artık çiftliğimizin başındaydım. Babamın gözü arkada kalmayacaktı. Devlet-i Aliye’nin zor yıllarıydı. Osmanlı orduları cepheden cepheye koşuyordu. Her taraftan isyan haberleri geliyor, Balkanlar kaynıyordu. Çiftlikte yorulduğum bir gün sedirde uyuya kalmıştım. Başta Peygamberimiz (s.a.v), yanında seçkin sahabeleri vardı. Ulu Hakan Abdülhamid Han da, bir edep abidesi gibi bir adım arkalarında duruyordu. Birlikler nizami bir şekilde geçiyorlardı. Sıra benim birliğime gelince darmadağınıktı. Peygamberimiz (sav), Abdülhamid’e dönerek ''Nerede bu birliğin komutanı?'' dedi. ''Ya Rasulallah çok ısrar etti; biz de istifa ettirdik.’' ''Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik.'' Adam hıçkırıklardan boğulacak gibiydi, konuşamıyordu. Vücudu tipiye tutulmuş gibi dayandığı direkle birlikte titriyordu sanki. Bütün bütün koyuverdi kendini; “Söyle, ben ağlamayayım da kim ağlasın!”
Gün guruba doğru koşuyordu. Hizmetin bu ilk kamp yerinde Hocaefendi’nin baştan sona bu duygu dolu konuşmasını sadece etrafındaki bir avuç genç değil, gelecek nesiller, ağaçlar, kuşlar, bulutlar da dinliyordu. Kaynaklar kampının yerinde yapılan bu tarihi kır konuşmasını, “Bir gün çağımızın imanlı gençliği Rasulullah’a tekmil verecek.” sözleri ile tamamladı Hocafendi.
Benim o güne kadar hiç duymadığım düşünmediğim şeylerdi bu sözler. Sanki kozmik ve Kur’an ayetleri kalbimde bahar bahar çiçek açıyordu. Daha önce okuduğum ama bana bir şey anlatmayan ayetler kış uykusundan uyanmış bahar çiçekleri gibi yaprak yaprak açılıyordu. Sözler, nisan yağmurları gibi yağıyordu o gün taze toprak kokan gönüllerimize. Gönül yamaçlarımız hiç olmadığı kadar ıslanmıştı. Hâlâ o 10 Nisan 1977' den jaleler vardır, hatıralarımızın hazan vurgunu yapraklarında.
Bu bayramda, o gün bugün milyonlarca gencin yüreğine kutsal bir sorumluluk sancısı bırakan bu olayı, bu bahar bahçesinde yeniden hatırladım. Binlerce genç delikanlının ve ecenin asil ruhlarında tutuşan hicret ateşinde, o, Mesuliyet Duygusu konuşmasından mutlaka bir kıvılcım vardır. Dün, ellerinde dünyalarını sığdırdıkları birer bavul, arkalarına ayrılığın acılarını sırtlanıp gurbetlere salan neydi? Boğazın büyülü güzelliklerini bırakıp, Asya steplerine, Afrika çöllerine düşüren neydi?
Böyle bir bahar günü başladı bizim kuşağın sevdası. Binlerce simurg kuşu, dönüşü olmayan kızıl ufuklara kanat çırparken, o kır konuşmasından bir kıvılcım taşıdılar kanatlarının kıvrımlarında. Kanatları yorulduğunda, aşağıdaki bağlar bahçeler çağırdığında; o kıvılcımla kanatlandılar yeniden. O hızla, vurup delerek geçtiler ufuktaki çelik duvarların arkasına, o şevkle, kanatlandılar yedi kat semaya. O gayretle uçtular, ufukta gurubu olmayan gurbetlere.
Okullar açıldığında, zil çaldığında, ders yılı başladığında “Ya benim sınıfım öğretmensiz kalır, öğrenciler başıboş ve boynu bükük kalırsa!” duygusu ve korkusu sardı tüm yiğitlerin yüreğini. Böyle başladı bir diriliş bestesi. Bugün, bu bahar bahçesindeki yürekleri yaralı bu kutsi topluluğu gurbet diyarlarına getiren aynı duygular değil miydi? Dağılmış, parçalanmış aileler, sürecin açtığı yürek yaralarını yine hicretin sevdalı ateşinde kızdırılmış kızgın demirle dağlıyordu.
Geride neleri bırakmışlardı? Dikenli yolları kat ederek neden buralara gelmişlerdi? Hayalleri, aşkları, sevdaları yok muydu bu insanların? Bu nasıl bir sevda ateşiydi, nasıl tutuşmuştu? Hangi bengisu pınarlarından içtikleri ölümsüzlük iksiriyle sarhoş olmuşlardı? Neden doğup büyüdükleri toprakları, bakıma muhtaç yaşlı anne ve babalarını yaşlı gözlerle bırakıp gelmişlerdi buralara?
Neden yüzleri gülerken içleri kan ağlıyordu? İşte ben bu soruları sordukça hep o hikâyeyi ve o bahar bulutlarından dökülen mesuliyet damlaları ile ıslandığımız o tarihi günü hatırladım. Şimdi bütün dünya kıpır kıpır. Bir ay boyunca evrensel bir senfoninin sonsuz bestesinden sesler işitildi. İftar sofralarında Rönesans ressamlarına ilham olabilecek muhteşem tablolar sergilendi. Açılsın kapılar, açılsın yollar, yiğitler geliyor. Açın pencereleri, bahar geliyor.
08 May 2022 12:21
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.