Etrafında ağır başlı saygı uyandırmış gençle, ölüm sessizliğinin çöktüğü eve vardığımızda akşam güneşinin portakal rengi ışıkları ufukta çoktan kaybolmuştu.
Ev taziyeye gelenlerle lebalep doluydu.
O şahin bakışlı adam derin bir sessizliğe gömülmüştü. Kalbinin ışığı yüzüne vurmuş nurani bir dervişi andıran yüzü yağmur yüklü bulutlar gibiydi. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
“Anamla aramızda bambaşka bir duygu vardı” sözü beni benden almaya yetti.
Nasıl günlerden geçiyorduk Ya Rabbi!
Nice çocukluk hatıralarımızın sergilendiği toprak evlerin titrek ışığı olan analarımızı son yolculuğuna bile uğurlayamıyoruz.
Onların varlığı teselli oluyordu bize.
Orada, sılamızda, kozamızda sanki bin yıldan beri hep yanıp duran bir ışıktı analarımız.
“Bir gün o ışık sönecek, anılar karanlığa gömülecek” diyen sinsi bir his sızlatır dururdu yüreklerimizi…
İşte bir bir sönüyor o ışıklar.
Sadece analarımız değildi kaybettiklerimiz.
Sırtımızı yasladığımız duvarlarımızı, gözyaşı pınarlarımızı da kaybediyorduk.
Gorki’nin dediği gibi, “bir ananın yüreğinde her zaman evladı için dökecek gözyaşı vardır”
Onar ölünce o gözyaşı pınarları da kuruyor.
Yazları analarımıza giderdik.
Anılarımıza giderdik. Köyde bıraktığımız çocukluğumuza giderdik.
Bilhassa yazlar, hepimiz için biraz annemiz, biraz köyümüz, biraz da çocukluk anılarımızdı. Kendimizi bulmaya, çocukluklarımızı yaşamaya giderdik.
Şimdi ondan da mahrumuz.
“Anasız kaldık.”
Analarımızın öldüğüne inandıramıyoruz kendimizi.
Koca koca şehirlerin buhranından kaçıp, koşarak gittiğimiz, köydeki evinde bizi bekleyen yaşlı çınarlarımız bir bir yıkılıyor.
Şimdi bizi toprak evin penceresinde kim bekleyecek, kim bize “hoş geldin yavrum!” diyecek, kim sarılacak? kim bizim için ağlayacak?
Kalbimiz bir yere sıkışmış gibi acıyor.
Haykırsak olmuyor, sussak olmuyor.
Evin içi lebalep insan dolu. Uzak yakın duyan dostlar akın etmiş.
Herkes murakabeye dalmış kumrular gibi okuyan Kur’an’ı dinliyor.
Anasını kaybetmiş derviş ruhlu adamla göz göze geliyoruz.
Baktım…
Şahin gözler buğulu.
Aynı şeyleri düşünüyor, aynı duygularla doluyuz.
Nur siması hüzün harmanına dönüyor.
“Çokça ağrıları olurdu, fakat hiç şikâyet etmezdi. Hiçbir şeyi yokmuş gibi ışıltılı bir gülümseme ile karşılardı bizi.”
Odanın içindeki insanlar susuyor.
Derdin bir sessizlikle susuyorlar.
Sanki hepsi aynı şeyleri düşünüyorlar, aynı şeyleri konuşuyorlar, hep bir ağızdan konuşuyorlar…
“Serin avluda, kirazların ve dutların gölgesinde her akşamüstü gün batımlarında beklemelerini, sonsuz özleyişlerini şimdiden özledim anacığım.” Diyorlar.
Bahçede bin yıldır oradaymış gibi duran fesleğenler, kasımpatılar, peygamber çiçekleri...
Hepsi yerli yerinde duruyor ama sen yoksun…
Sensiz bu köye geldiğimde biliyorum ki hatıralar konuşmaya başladığında, sonsuz bir keder gelip yerleşecek, sonsuz düş kırıklıkları olacak; boğazıma düğümlenecek inatçı acılar.
Ah Anacığım! Yıllar yılı biriktirdiğin, aralarında siyah beyazları da olan o fotoğraflara nasıl bakarım. Yalnız onlara değil, bahçede ellerinle diktiğin kiraz ağacına, ayva ağacına nasıl yaklaşırım.
Senin diktiğin ağaçlar dam boyu oldu, benim diktiğim meyveler adam boyu...
Her sabah erkenden kalkar gözlerinle okşardın onları. Hepsi boynu bükük kaldı anacığım. Asmayı sen dikmiştin, unuttun mu? Bahçeyi boydan boya kaplayan asmayı.
Yazları köye geldiğimde o asmanın altında; komşu kadınlarla oturman için yaptığım peykede otururken, ya da ellerinle tek tek okşayarak diktiğin fidanlarını sularken veya elinde süpürge, acılarını süpürürken bulurdum seni.
Her yaptığım işe karşı çıkardın, yapılmasını istemediğinden değil, sadece bana kıyamazdın.
“Oğlum, sen gidince yaptığın işlere bakıp bakıp ağlıyorum” derdin.
Ben fidanların arasında gezdiğimde “Ana bunlar ne kadar da güzel olmuşlar” dediğimde, dalından üzüm koparıp yediğimde sevinirdin.
Sen evimizin direğiydin ana. Sen durdukça bütün eşya, bütün hatıralar ayakta, gülümsüyordu. Biliyordum, bir gün sen gittiğinde her şeyin kararacağını ve o kapının bana sonsuza dek kapanacağını, her akşam yine arasam da telefonlara cevap verenin olmayacağını…
Biliyorum! Gurbetlerden seni aramak için her telefona yöneldiğimde elim hep boşta kalacak, yüreğime bir sızı oturacak.
Toprak evimiz, cemaati kalmamış mabet gibi sessizliğe gömülecek anacığım!
Ah anacığım! Dizlerinde ezeli ağrılarla, o asmanın altında oturuyor; yazları ve her şeyi, güzelleştirip duruyordun.
Sen beni hep omuzlarında taşıdın ama ben senin tabutunu bile omuzlayamadım. Kabrine bir kürek toprak bile atamadım. Taze toprağını koklayamadım.
Gelemedim işte…
Bütün bir ülke Kerbela’ya döndü.
Şiddet, zehirli bir sarmaşık gibi gün gün, saat saat, dakika dakika büyüyor. Kanlı korkunç bir sessizlik yaratılmak isteniyor ülkemizde.
Talebelere burs vermek için evinin iaşesinden kesip, kuruşlarını biriktirip iyilik yapmaya azmeden insanları ağır para cezaları veya hapisle tehdit ederek iyilik yapmaktan alıkoymaya çalışıyorlar.
Mantı yaparak, kermesler düzenleyerek burs bulmaya çalışan bacılarımızın o bereketli bileklerine kelepçeler takılıyor.
Yüzbinlerce insan tutuklandı. Halada tutuklanıyor. Bebekler emeklemeyi hapishanelerin soğuk betonlarında öğreniyor. Suçlu, suçsuz ayırt edilmiyor tam bir cadı avı yaşanıyor.
Bir ömür boyu o toprak evin önünden sen beni hep gözyaşları ile uğurladın ama ben seni son yolculuğuna uğurlayamadım.
Gece bir hayli ilerlemesine rağmen hiç kimse kalkmıyor.
Kimse o derin sükûnu bozmak istemiyor gibi bir hal var.
Derin bir sessizlik uzayıp gidiyor.
Anasını kaybetmiş nurani yüzlü adamın dudaklarından yine o söz dökülüyor...
“Anamla aramızda değişik bir duygu vardı”