Büyük sevdalara yüreklerini açmış mefkure muhacirleri ile büyük bir salonundayız.
Bulutlar, aşk gözyaşlarını döküyor toprağa.
Karşımdaki idealist öğretmenleri görünce bir dizideki o genç düşüyor aklıma.
Bir genç iş elbiselerini giymiş mahalleyi süpürüyor.
Esnaf dükkanlarının önüne çıkmış onu seyrediyor.
Sokağı süpüren o gence sesleniyorlar;
“Sen temizlikçi mi oldun?”
Genç doğruluyor, süpürgesinin sapına dayanıyor;
“Sevdiğim kızın babası sigortalı bir işin olmadan kızımı vermem dedi. Ben de bu işe girdim.” diyor.
“Bu iş sana göre değil sen daha dün bizim gibi küçük bir esnaftın, mahalleyi süpürmek, çöplerini toplamak sana mı kaldı.?”
“Mademki sevdiğime bu yolla kavuşacağım ben değil mahalleyi, bütün dünyayı süpürürüm.”
“Aşk demişti yaşamın büyük ustaları…”
“Yeryüzü mirasçılarının en önemli iki vasfı iman ve de aşk” demişti büyük usta.
Elli kadar öğretmen iki günlük matematik zümresi için toplanmışlar.
Kimi ülkenin doğusundan kimi batısından kimi en kuzeyindeki kutup bölgelerinden gelmiş.
Yedi yıllık gurbet hayatımda ilk defa böylesine anlamlı bir manzara ile karşılaşıyorum.
Kuzeyin bu ülkesine kimi Asya bozkırlarından gelmiş kimi Afrika çöllerinden, kimi Uzak Doğudan, kimi kadri kıymetlerini bilmeyen kendi ülkesinden.
Bereketli Anadolu toprağını andıran yüzleri, kiminin Güney doğulu, kiminin Karadenizli kiminin İç Anadolu’lu, kimin Egeli ya da Trakyalı olduğunu söylüyor.
Gözlerdeki ışık, bir şehri, bir ülkeyi değil bütün bir dünyayı aydınlatacak güç ve kudrete sahip.
Dün mazlum milletlerin ufkuna bir fecir parıltısı, bir güneş gibi doğan bu öğretmenler, kaderin kendilerini getirdiği kuzeyin bu güzel ülkesine güneş gibi doğmuşlar.
Apaydın bir ayçiçeği tarlasının tam ortasındayım.
İçim içime sığmıyor.
Gelecek adına ümidim tavan yapıyor.
Ben bu gençleri geldikleri ülkelerden tanıyorum.
Oralarda işlerini aşkla yapıyorlardı. Burada da aşkla işe başlamışlar.
Hiçbirinin derdi güzel bir dünya hayatı kurmak değil, geldikleri ülkelerde olduğu gibi buralardan giderken geride güzel bir dünya bırakmak.
Bunu geldikleri ülkelerden biliyorum.
Bir keresinde kalabalık bir toplulukla Rusya’ya gitmiştik.
Petersburg’daki Türk okulunda Ulusal sinemanın öncülerinden olan Halit Refiğ, Rus eğitim teşkilatının en yetkili ismi olan hanımefendiye sordu;
“Siz büyük bir devletsiniz, Eğitim kaliteniz de oldukça yüksek, duyduğuma göre sizin çocuğunuz da bu okuldaymış, niçin bu okulu tercih ettiniz?”
Hanım efendi, Türk okullarının “doğudan gelen ışık” olduğunu söyleyerek söze başladı.
Amerikan tesirlerine açıldıktan sonra Rusya nasıl bir ahlaki çöküntünün yaşandığını anlattı. Bu okulların her şeyden önce aile bağlarını yeniden güçlendirdiğini büyüklerine saygı çevresine duyarlı gençler yetiştirdiğini ifade etti.
Olağan üstü bir doğa güzelliği son derece önemli bir coğrafi konumu olan Petersburg’un Rusya tarihinde köklü değişimlerin merkezi rolü düşünülürse hanımefendinin sözleri çok ayrı bir değer ifade ediyordu.
Halit Refiğ ve eşi Gülper Hanım bu sözlerden çok etkilendiler.
Halit Refiğ; “Bana göre bu tercih sadece Rusya’nın değil bütün dünyanın kararmakta olan geleceğinin yeniden aydınlanması için bir umut ışığı olabilir” dedi. “Ben, Türkiye’nin, Rusya’nın ve genelde bütün dünyanın yaşanabilir bir huzura kavuşabilmesi için tek çarenin sadece kendi çıkarını düşünen ben merkezli birey ve topluluklar yerine birlikte var olabilme erdemine ulaşmak, yeryüzünün bütün canlı varlığına değer veren bir ahlak anlayışı olduğunu düşünüyorum. Doğudan parlayan ışık bu işte…”
Bu sözleri, “Vurun Kahpe”ye, “Aşk-ı Memnu” gibi filmlerin sahibi olan “Ulusal Sinema”nın öncülerinden Halit Refiğ söylüyordu.
İlber Ortaylı, “Nasıl oluyor da” dedi, “bizim ülkemizde ürkek olarak tanıdığımız Anadolu evladı gelip Rusya’da cesaretle üniversite okuyor, okul açıyor. Rus çocuklarına öğretmenlik yapıyor bu büyük bir özgüvendir.
Şimdi Fethullah Gülen Hoca ‘gidin okul açın’ dediğinde insanlar gidiyor ve keseyi açıyorsa bunu önemsemek lazım.
Dünyanın en ücra yerlerinde büyük servetlerle çok modern okullar açılmıştır.
Ben bu okulların alternatifi olan başka okullar tanımıyorum.
Bu okullarda talebeler Türk geleneksel tarzı hayatı benimsiyorlar.
Bu belki bugün Türkiye’de verilemiyor ama ben Rusya’daki okullarda bunu gözlemledim.
Evde büyüklere saygı, temiz olmak, içki içmemek, gibi kurallar bunlar. Rusya’da bir gencin içki içmemesi şaşılacak şeydir.
Bu öğretmenler yerel kültüre intibak ediyorlar. Boğaziçi’ni bitiren bir genç kimya öğretmeni olmuş. St Petersburg’un her köşesinde Puşkin’i arıyor. Bu yerel kültüre son derece büyük yakınlık ve intibaktır. Bir memleket için böyle bir gelişme büyük kazançtır.
O nedenle Moskova, St. Petersburg gibi okullarda anne bablar bu okulların aşığı olmuşlar.”
İlber Hocadan onra Gülay Göktürk söz aldı;
“Kazanda büyük bir salondayız…” diye başladı konuşmaya;
Tatarcanın, Rusçanın ve Türkçenin iç içe geçtiği, üç dilin sözcüklerinin birbirine karıştığı çok kültürlü bir salon burası.
Barkovizyonda bir yarışmacı seyrediyoruz. O bir öğrenci.
Müthiş bir bilgi dağarcığı ve keskin zekasıyla hem yarışmanın sunucusunu hem de jüriyi şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklüyor. Dal gibi bir Tatar delikanlısı
Sunucu on iki yıldan beri yayınlanan bu yarışma programının en yüksek skorunu elde ettin diyor. Jüri san profesör adını taktı. Çocuk gülümseyerek başını eğiyor.
Biraz sonra o mütevazı çocuğu karşımızda sahnede görüyoruz. Türkçe olarak kısa bir konuşma yapıyor;
“Ben şanslı bir insanım. Hayatımın en büyük şansı da bu okula kabul edildiğim gündür.
O sırada Avrasya’daki bu okulların kurulması için yıllardır büyük emek veren insanlara ilişiyor gözüm
Mutluluktan ağlıyorlar.
Bunca emeğin bunca fedakarlığın karşılığını işte bu tek cümleyle aldılar.
Bir yıl sonra 2005’ in Şubat ayında Güney Afrika’dayım.
Yoksul güneyin “Amerika’sı” olarak anılan güney doğu Asya’nın ve Afrika’nın kolunu kıpırdatacak gücü kalmamış bütün yoksullarının kapağı atmaya çalıştıkları Johannesburg’daki Türk kolejinde..
Bu okulun Avrasya’dakilerden bir farklı bir misyonu daha var. Yüzyıllar süren köleliğin ve onu izleyen ırkçı yönetimin ezdiği bir ırkın ayağa kalkması mücadelesinde ona el vermek. Bu ayağa kalkışa ve insanca yaşama mücadelesine küçük de olsa bir katkı sağlamak.
Horizon okulunun siyah öğrencileri burada belki de hayatlarında ilk defa beyaz adamın öteki yüzünü” şefkatini görme ve onun tarafından sevilme deneyimi yaşıyorlar.
İçlerinden biri okula başladığı gün eve gittiğinde “anne beyaz adam başımı okşadı” diyor.
Sevgi semeresini çabuk veriyor.
Bu okul girdiği çeşitli yarışmalarda art ardına madalyalar alıyor.
Benim gülen okulları ile tanışmam yaklaşık on yıl öncesine dayanıyor.
Aradan geçen on yıl içinde görüyorum ki Türk kolejleri hem Avrasya’da hem Afrika’da efsane olmuşlar.
Avrasya mucizesini yaratan o delikanlıların Ailelerini ve vatanlarını binlerce kilometre geride bırakıp bir ideal uğruna gençliklerinin en güzel yıllarını Kırgızistan’ın, Yakutistan’ın Özbekistan’ın ıssız bozkırlarında geçirmeyi göze alan o genç öğretmenlerin Türkiye’den “kahramanlık payesi” değil belki ama hiç değilse gönülden bir teşekkür beklerken, “rejim düşmanı” suçlamasıyla karşılattıklarında neler hissettiklerini birçok kere birinci ağızdan dinledim.
Evet ortaya konan şey İslami duyarlılığı oldukça ağır basan bir proje sonuçta. Ama kim hükmetti İslami bir projenin ülkenin sivil toplum hareketinin bir parçası olmayı hak etmediğini.”
Gülay Göktürk’ün de ifade etiği gibi dün Asya’da, Afrika’da destanlar yazan bu fedakâr öğretmenlere, Kendi ülkeleri kapılarını kapandığında dünya kapılarını açtı.
Onlar da hiçbir şey olmamış gibi yeniden dünyanın her yerinde “vira bismillah” diyerek işe koyuldular.
Öğretmen tarihin hiçbir devrinde bu kadar foksiyonel, bu kadar yararlı olmamıştı.
Onlar gerçek bir kahramandı.
1998 yılında Kazakistan eğitim bakanı o fedakâr öğretmenler için şu tarihi sözleri söylemişti;
“Her milletin kahramanları vardır. O kahramanlar o milletin bağımsızlık mücadelesini veren kişilerdir. Bizim tarihimiz yazıldığı zaman bu Türk okullarında çalışan öğretmenler bizim kahramanlarımız olarak yazılacaklar.”
İşte o kahramanlar yeni destanlar yazmak için yeniden bir araya gelmişlerdi.
Gelirken ellerinde avuçlarında bir şeyleri yoktu. Her şeylerini gönül bohçasına sarıp gelmişlerdi.
O bohçada dünyalık bir şey yoktu.
Lakin İlahi aşkla beslenen yürekleri vardı.
O yüreklerde fedakârlık vardı, vefa vardı, aşk vardı.
Mitolojik unsurlar taşısalar da, toplumsal duyarlılığı ve ortak muhayyileyi vermesi bakımından, insanlığın kader çizgisinde yer alan büyük aşk maceraları önemlidir.
Aşk olmasaydı, Mecnûn çölün yakıcı kumunda Leylâ’sının peşine düşmezdi. Kerem dağları aşarak gelip Anadolu’da Aslı’nın külünde bir avuç alev haline dönüşmez, Ferhat, Şirin uğruna dağları delemezdi…
Mevlâna, aşkın teslimiyetine pervane kesilip o muhteşem eserlerini meydana getirmezdi…
Büyük Aşklar büyük efsaneleri de doğurur.
Büyük sanatçı ve bestekar Kayahan sedye üzerinde yoğun bakıma odasına götürülürken yanındaki hemşireye kızını göstererek;
“Bu benim en güzel bestem” diyor.
Hayatlarını bir şiir bir şarkı gibi yaşayan bu fedakâr öğretmenlerin en güzel besteleri öğrencileridir.
Bütün tesellileri de budur zaten.
Onun için yaptıkları işi aşkla yaparlar.
Tesellisi olmasaydı herhalde aşk çekilmezdi.
Gözleri şimşek şimşek çakan salonu dolduran genç öğretmenleri görünce usta şaire hak veriyorum.
“Bin kez budadılar körpe dallarımızı,
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”
06 Ağu 2023 11:14
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.