Bütün köy halkı; kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla orada toplanırdı.
Mütevazı mabet yıl boyunca kendine pek uğramamış yeni misafirlerine ayrı bir özen gösterirdi.
Mehmet Hoca'nın lüks lambasının tıslamaları arasında hicaz-hüzzam karışımı kıldırdığı teravih namazlarının tadı hala ruhumdadır.
Ramazan’ın oluk oluk huzur olduğunu, kardeşlik olduğunu, birbirimizin yaralarını sarmak olduğunu, kardeşlik olduğunu, barış ve sevgi olduğunu çocukluğumuzda o köy camisinde öğrendim ben.
Ramazan bizim medeniyetimizin kurucu unsurlarından olduğunu, Ramazan’ın Kuran’ın doğum ayı olduğunu öğrendim.
Altı yüz senedir suskun duran göklerin dilinin bu ayda çözüldüğünü, Hazreti İsa’dan sonra göklerle kopan bağın yeniden bağlandığını, evrenin çağlar üstü senfonisinin yeniden duyulmaya başladığını öğrendim.
Bir Ramazan mevsiminde gecenin en karanlık anında Hira’nın doruklarında açan Gül’le, günlerin yeniden bahara yürümeye başladığını, İnsanlığa Merhamet Peygamberi’nin ihsan edildiğini ve Ramazan’ın kararan dünyamıza tatlı bir ışık sunduğunu öğrendim.
Orucuyla, iftarıyla, sahuru, salavatı, tekbiri ile mübarek geceleri, ışıl ışıl mabetleri, mahyaları, ezanları, salaları, sımsıcak pideleri, manileri ve bayramları ile Ramazan’ın bir medeniyet olduğunu öğrendim.
Eskiden köylere kalaycı gelirdi. Eski bakır kaplar pırıl pırıl olurdu.
Ramazan işte o kalaycılar gibi kalplerimizi kalaylayıp giderdi.
Ruhlarımız özgürleşirdi.
Ramazan gönüllerimizi şenlendirirdi.
Bir yağmurdu Ramazan, içimizi pırıl pırıl yapan bir yağmur.
İlkokulu bitirdikten sonra şehir Ramazanları ile tanıştım.
Şehirde Ramazanlar daha bir başkaydı.
Camiler ışıl ışıldı.
Her şey köyden çok farklıydı.
İzmir, Antalya, Van ve Ankara’dan sonra İstanbul Ramazanları ile tanıştım.
Diğer şehirler hemen birbirine yakındı. İstanbul Ramazanları ise bir başkaydı.
Farklı kesimleri temsil eden iş adamları, akademisyenler, sanatçılar, gazeteciler, sporcuların katıldığı iftar sofraları tam bir Türkiye fotoğrafıydı.
Daha da önemlisi semavi dinlerin temsilcileri ve dini liderlerin katılımları da bu iftarlara ayrı bir renk katıyordu.
Ermeni Patrikliği ve Musevi Hahambaşılığı da kalabalık gruplara iftar yemekleri veriyordu.
Mehmet Altan’ın “İşte Türkiye fotoğrafı bu!” dediğini hatırlıyorum.
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in, “İşte özlediğimiz Türkiye, barış çok da uzakta değil.” dediği o güzel günler…
Son yıllarda iftar sofraları başta Avrupa Parlamentosu olmak üzere dünyanın önemli merkezlerine taşınmıştı.
Amerika Başkanı da Müslümanları Beyaz Saray'a iftara davet etmişti.
Bütün bunlar bize dünyanın Ramazanlaştığını gösteriyordu. Ramazan medeniyeti sarmıştı bütün bir dünyayı.
İftar sofraları unutulmaya yüz tutmuş barış medeniyetinin ilk kıvılcımlarını tutuşturmuş, yıllarca bir araya gelemeyenler, iftar sofralarında buluşmuş, küllenen bir kültürün alevleri Ramazan akşamlarında yeniden harlanmıştı.
İftar topları, barış, sevgi ve dostluk için patlamaya, mahyalar da aydınlık bir dünya için ışıldamaya başlamıştı.
Ülkemizde başlayan barış ve huzur cennetinin esintileri dünyanın her yerinde hissedilmeye başlamıştı.
Bir kış gecesi fukara bir köydeki kerpiç evde başlayan oruç yolculuğumda bunlara benzer nice anılar biriktirdim ben.
Bizi biz yapan biraz da işte o anılardır.
Bizim kuşağın insanları puslu bir havada ait olduğu limandan bir hayli uzaklaşsa bile geriye dönmek istediğinde çocukluğundaki nuranî limanın ışıklarını görmeye başlayacaktır.
Medeniyet şairimiz Yahya Kemal’in çocukluk yılları kendi deyimiyle “uhrevi bir âlem”dir.
Üsküp minarelerinden yükselen ezan sesleri arasında büyür.
Annesi Naki’ye Hanım beş vakit namazını ihmal etmeyen, dindar, iyi yürekli, ince ruhlu, soylu bir kadındır.
Yahya Kemal ilk dini terbiyesini işte o anneden alır.
Lalası Hüseyin Efendi ise; karşısına oturtup ona söylemiş olduğu türküler, anlattığı destanlar, hikâyelerle onun milli yanını yoğurur.
On üç yaşındayken annesini kaybeder.
On sekizinde İstanbul'a gelir.
Koca Osmanlı Devleti, son yıllarını yaşamaktadır.
Yahya Kemal, o yıllarda İstanbul'u bir zindan, Avrupa'yı da “nurlu bir âlem” görür.
Bir gün, elinde bütün bir dünyasını sığdırdığı valiziyle, Mempis Vapuru’na binerek Avrupa'ya doğru yola çıktığında henüz on dokuz yaşındadır.
Artık o bir “hürriyet” sevdalısıdır.
Paris yılları, kuvvetli tarih kültürünün, emsalsiz bir şiir kabiliyetiyle kaynaştığı bir Yahya Kemal ortaya çıkarır.
Lakin Paris'in ışıltılı geceleri, Yahya Kemal'e göre değildir.
On yıllık bir Avrupa macerasından sonra yeniden İstanbul'a döner.
Osmanlı’nın zor yıllarıdır.
Dalları üç kıtayı gölgeleyen koca çınarın yaprakları sonbaharın soğuklarında savrulmaktadır.
Cihan Harbi’ni kaybetmişizdir.
Milli acılar dönemidir.
Yahya Kemal, Fransa yıllarında başkalarında fark ettiği “tarih” ve “toprak” şuurunun kendi neslinde eksik olmasının acısını derinden duysa da umudunu hiç kaybetmez.
Milli Mücadele’nin ateşin bir kalemi olur.
“Mutlaka şafak sökecek.” der.
Ve öyle de olur.
Milli Mücadele zaferle sonuçlanır.
Yahya Kemal, Lozan Konferansı’na müşavir üye olarak gider.
Sonraki yıllarda Pakistan'a giden ilk Türk elçisi olur.
Karaçi'nin iklim şartları sebebiyle rahatsızlanır, bir yıl sonra geriye döner ve emekliliğini ister.
Çok sevdiği İstanbul'a yerleşir.
Bir gün bir tepeden, başka bir gün bir başka tepeden bakar İstanbul'a.
İstanbul onun için bir şehirden öte bir sevgilidir.
Yıllar sonra yazılarında, şiirlerinde hep Üsküp’te çocukluk günlerinde yaşadığı maneviyat dolu dünyayı dile getirir.
Uzaklaştığı lahuti limana geri dönüş arzuları gibidir bunlar:
“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler. Biz ki minareler ve ağaçlar arasından ezân sesleri işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz…”
Yahya Kemal, puslu bir havada bir hayli uzaklaştığı çocukluğundaki nuranî limanın ışıklarını görmeye başlar.
İstanbul'un Üsküdar semtinde bir Ramazan günü iftar topu patladığında o eski çocukluk yıllarında ruhuna şekil veren maneviyat dolu günleri hayal eder.
“Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri
Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri
Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür,
Mademki böyle duygularım kaldı çok şükür.”
Ruhuna hadsiz bir gurbet akşamı yaşatan iftardan uzak kalışını bu duygularla dile getirir.
İşte Ahmet Kurucan Hocamız tıpkı Yahya Kemal gibi bizim kuşağın çocuk ruhunda biriktirdiği bu güzel anıları hasret yurdundaki çocuklarımızın da biriktirmesi gerektirdiğini söylüyor.
Bizler ve çocuklarımız uzun bir süredir bu Ramazan coşkusundan uzak bulunuyoruz.
Bulunduğumuz yerlerde minarelerin o lahuti sesini duyamıyoruz. Mabetler varsa da canlı değil.
Çocuklarımızı teravihlere götürmek, salavat ve tekbir yağmurlarında ıslanmalarını sağlamak, elimizden geldiğince gurbetteki bütün imkanları değerlendirerek onları Ramazan coşkusundan mahrum etmemek gerekiyor.
Yahya Kemal’in dediği gibi bir gün eve dönmek istediklerinde anılarla yazdıkları adresi kolayca bulabilsinler.
Ramazanlar, bizim bereket pınarımızdır.
En içli dualarımızdır.
Merhametle sevginin afla mağfiretin kucaklaşmasıdır.
Küsleri barıştıran, duaları arşa ulaştırandır.
Ramazan biraz da bizim çocukluğumuzdur.
26 Mar 2023 11:51
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.