Davamızı Bu Çocuklar Sürdürecek

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    25 Tem 2019 10:42
    Oturduğumuz evin penceresi geniş bir meydana bakıyor. Burası bir tiyatro sahnesi gibi. Çocuklar oyun oynuyorlar, yetişkinler ve yaşlılar ya yürüyüş yapıyor ya da köpeklerini gezdiriyorlar. Sahnenin bir tarafından çıkarak rolünü oynadıktan sonra diğer tarafından kaybolan oyuncular gibi geniş alana açılan sokağın başından birer ikişer görünüyorlar sonra yine bir başka sokakta kayboluyorlar. 

    Kuzey ülkelerinde aydınlık bir sabah… 

    Üstad Mahir Al-i İmran Suresini okuyor…

    “Kendilerine büyük bir yara isâbet ettikten sonra Allah ve Resûlü'nün da‘vetine icâbet edenler var ya, işte onlardan iyilik eden ve (günahlardan) sakınanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.”

    Üstad Mahir’in okuduğu bu Kur'an beni, kendilerine büyük yaralar isabet etmiş insanların yanına alıp götürüyor.

    Özellikle konuşmakta oldukça zorlanan Fatma Görmez bacımızın “oğlum yaşadıklarına tahammül edemeyip bir kaç ay önce vefat etti, ben de yirmi dokuz kiloya düştüm, ne olur eşimi serbest bırakın bari son zamanlarımda başımda olsun” sözleri hiç aklımdan çıkmıyor, hastalıktan hilal-hayal olmuş o görüntüler gözümün önünden gitmiyor. Tek başına bu görüntü bile yüz binlerin neler yaşadığını gözler önüne seriyor.

    Türkiye’dekiler kadar olmasa da gurbetteki kardeşlerimizin de durumu çok farklı değil.

    Zaman zaman mülteci kamplarındaki kardeşlerimizi ziyarete gidiyoruz. Bazen onların yaşadıklarını duydukça, dinledikçe günlerce kendimize gelemiyoruz. 

    Yaşadıkları onca sıkıntılara rağmen yine de azim ve kararlılıklarını kaybetmeyen içerdeki ve dışardaki bu ümit kahramanlarını gördükçe imanımız tazeleniyor. 

    Bir keresinde bir bacımızla tanıştırdılar. Yanında yedi-sekiz yaşlarında oğlu da vardı.
    “Eşiniz nerede” dedim.
    Sustu…
    Göz pınarları doldu.
    Belli ki yara çok tazeydi.
    Gerisini sormadım, daha doğrusu soramadım… Dudaklarımı ısırdım.

    O kadını ve yanındaki yetim yavrusunu görünce aklıma Ömer Muhtar filmindeki o sahne geldi. Gazilerin dönüş sahnelerinden birinde bir kadın küçük oğlu Ali’nin elinden tutuyor, “Haydi babanı karşılayalım” diyor.  Kadın, kocasının atını tanıyor, atın sırtı boş, süvarisiz...

    Kadın oğlu ile birlikte Ömer Muhtar’ın çadırına koşuyor. O anda çadırında abdest almakta olan Ömer Muhtar, birilerinin geldiğini fark edince başını kaldırıyor.

    “Kocam nerede?” diyor kadın.

    “Sana onun Kur’an’ını getirdim” diyor Ömer Muhtar.

    Yanaklarından yaşlar sicim gibi boşanıyor kadının.

    “Ağlama” diyor Ömer Muhtar. “Ağladığımızı görmesin bu çocuklar, bizim kavgamızı bunlar sürdürecekler.”

    Üstad Mahir’in okuduğu hazin Kur'an beni Libya çöllerinden alıp Uhud’un üfül üfül esen iklimine götürüyor.

    Bir gece vakti münadinin sesi bölüyor Medine’nin sessizliğini…

    ‘Uhud gazileri dönüyor!’

    Halk, hüzünlerin üzerine doğan ay ışığının altında Seniyyetü’l Veda’ya doğru sel olup akıyor.

    Gazilerin yakınları ile karşılaşma sahnesi pek hazin oluyor.

    Gaziler, tırpan yemiş gök ekin gibi çok perişandırlar… Ağır yaralılar sırtlarda, sedyelerde taşınıyor.  

    Kan revan içinde olanlar, ok ve kılıç yarasından bedeninde sağlam bir yeri kalmayanlar, kolunun ya da ayağının birini Uhud’da bırakanlar, gözünü kaybedenler, kolları omuzlarından budanmış olanlar…

    Çocuklar babalarını, kadınlar kocalarını, analar oğullarını arıyor…

    Şefkat Peygamberi, Medine Fatihi güzeller güzeli Musab’ın hanımı Hamne’yi kucağındaki çocuğu ile kocasını ararken görünce iyice perişan oluyor.

    “Ey Hamne, sabret ve Allah’tan sevabını bekle!” diyor.

    “Kimin için sabredeyim, ya Rasulallah?”

    “Dayın Hamza için”

    “Bizler Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” diyor Hamne. “Allah ona rahmet ve mağfiret etsin, onu şehitlik sevabıyla sevindirsin ve müjdelesin!”

    Kutlu Nebi tekrar, “Ey Hamne, sabret ve Allah’tan sevabını bekle” diyor.

    “Kimin için sabredeyim, ya Rasulallah?”

    “Kardeşin Abdullah ibni Cahş için”

    “Bizler Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” diyor Hazreti Hamne. “Allah ona rahmet ve mağfiret etsin, onu şehitlik sevabıyla müjdelesin ve sevindirsin!”

    Şefkat Peygamberi üçüncü defa, “Ey Hamne, sabret ve mükâfatını Allah’tan bekle!” diyor.

    “Kim için sabredeyim, ya Rasulallah?”

    “Mus’ab için”

    O ana kadar sabır ve sükûnetini bozmayan Hamne (r.anha) birden, “Vay benim başıma gelenlere!” diye feryat edip ağlamaya başlıyor.

    Yüce Peygamber de çok perişan oluyor: 

    “Hiç şüphesiz, kadının yanında kocasının ayrı bir değeri vardır” diyor. “Hamne dayısının, kardeşinin ölümüne dayanabildi; fakat kocasını duyunca dayanamadı”

    Bir havar türküsü gibi her bir evden yükselen ağıtlar eşliğinde giriyor gaziler Medine’ye.

    Yetim kalan çocuklar babaları, dul kalan kadınlar kocaları, analar da oğulları için ağlıyor.

    Yüce dağlardan kopan acılar, kırmadık dal bırakmıyor.

    Atının üzerinde Medine sokaklarında ilerleyen Allah’ın Rasulü bu sesleri duyunca gözlerinden yaşlar akmaya başlıyor.

    O sırada oğlunu Uhud’da şehid vermiş olan bir kadın, yüce Peygambere yaklaşarak şöyle sesleniyor:

    “Babam anam sana feda olsun yâ Rasulallah! Seni sağ sâlim gördüm ya! Sen sağ salim olunca hangi felâkete uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir!”

    “Ey Sad’ın annesi!” diyor Allah’ın Rasulü. “Sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki onlardan şehit düşenlerin hepsi cennette toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halklarına da şefaat edeceklerdir”

    Yaşlı kadın, “Ya Rasulallah! Diyor, “Acılara dayanmamız, gönüllerimizdeki gam ve kederin hafiflemesi için ne olur bize dua et” diyor.
    Allah’ın Rasulü, “Allah’ım! Onların kalplerinde bulunan üzüntüleri yok et; geri kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı kıl!” diye dua ediyor.

    Uhud yenilgisi, “Sahabiler bile yenilmişti” hakikatini hafızalara kazıyor. Arkadan gelen Müslüman nesiller, hem yaşayacakları yenilgilere karşı peşin bir teselliye sahip kılınmış oluyor hem de yenilgi karşısında ne yapılması gerektiğinin dersini en üst düzeyden, doğrudan Allah’ın Elçisi ve onun ashabı üzerinden alıyorlar.

    Ayrıca Peygamberimiz’in vefat ettiği şeklindeki haber üzerine yaşanan panik sırasında pek çok sahabinin gösterdiği yiğitlik ve basiret, dava adamlarının inançlarını şahıslara değil, inanç ilkelerine tâbi olarak tanımlamaları ve bu ilkeler uyarınca mücadeleyi sürdürmeleri şeklindeki “ilkesel duruşun” da altını çiziyor.

    Bazı Müminlerin daha ilk yenilgide, eski hayatlarının karanlığında bir sığınak aramasının asla doğru olmadığını gösteriyor.

    Yenilgi, bilinmeyenleri öğrenme, unutulanları da hatırlama fırsatıdır. Daha önemlisi mümin, Allah’a yakın olduğu inancıyla dünyanın ayaklarının altında olduğunu düşünerek gurura kapılmamalıdır.

     “Allah’ım!  Kalplerimizdeki üzüntüleri yok et; geride kalanları da, geride kalmışların en hayırlısı kıl! Acılara dayanmamız, gönüllerimizdeki gam ve kederin hafiflemesi için ne olur ülkemizdeki ve gurbetteki kardeşlerimize yardım et!”

    25 Tem 2019 10:42