Donör

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    29 Eyl 2024 11:19


    Onu ilkin bir Avrupa havaalnında çocuklarını ve eşini beklerken görmüştüm.
    O anı ölümsüzleştirmek için çekim hazırlıkları yapıyordu.
    Çok heyecanlıydı.
    İkide bir havaalanın folyo ile buzlanmış fotoselli cam kapılarına bakıyordu.
    Elinde bir kitap, üzerinde çizgili bir tişört vardı.
    Güneydoğu’nun çizgileri ile tezyin yüzü, uzuna yakın boyu, simasını tamamlayan gözlüğü ile erkek çizgileri içinde soylu bir genç olduğu her hâlinden belli oluyordu.
    Asil bir duruşu vardı.
    Bir metre yüksekliğindeki bir duvarın üzerine bir elini koyarak, yüzünde yılların hüznü ile başladı konuşmaya.
    “Adım Fehmi, Fehmi Acat,”
    Neler yaşadı, başından neler geçtiyse daha adını söylerken sesi sesi titremeye başladı.
    “Kimimiz tecritte kimimiz koğuşta, kimimiz gaybubette, kimimiz gurbette kapıların açılmasını bekliyoruz.”dedi, “Tıpkı şu an benim beklediğim gibi.’’
     Kapılar ardına kadar açılmayı bekliyor. Biraz sonra bu önünde beklediğim kapı da açılacak ve yıllardır beklediğim sevgili çocuklarım ve eşim gelecek. Bütün kapılar açılıncaya kadar sabırla bekleyeceğiz. Karşımızda zorlu bir düşman var, organize bir kötülük şebekesi var. Sabırlı ve  ümitli olmalıyız. Herşeyimizi alabilirler ama umudumuzu alamazlar.
    Bir gün zulüm sarayları çökecek, onların ardından giden olmayacak ama bizim izlerimiz bir ömür boyu silinmeyecek. Arkadan gelenler, ‘Yol bu,’ deyip yürüyecekler.
    Ülkemizde bıraktığımız kardeşlerimiz bir takım zamanlı zamansız eleştirilerle morallerin bozulmasını değil, gelecek planları bekliyorlar.
    Dün dost ve kardeş bildiklerimiz, bugün bize düşman oldular. Bize alçakça saldırıyorlar. Dün düşman bildiklerimiz de bizi sahipleniyorlar. Bu süreçte şunu anladım ki insanlar sadece ikiye ayrılıyor:
    “İyiler ve kötüler.”
    Bizim kavgamız “iyiliğin” kazanması içindir.
    Hepimiz kavuşunca vuslat asla tamamlanacak.

     İnsan tahliyesine sevinmez mi?
     Ben sevinmedim.
    Orada benim arkadaşlarım vardı, hâlâ da var. Koğuş arkadaşlarım, dava arkadaşlarım. Onlar orada. Her akşam kapılar kapandığında acılar yığılırdı kapalı kapıların ardına.
    Koğuşta Hikmet adında bir arkadaşım vardı.
    Hüzünden bir abide gibi kendi köşesinde sessizce durur, hiç kimseyle konuşmazdı.
     Birgün yanına gittim. “Senin bu haline hepimiz çok üzülüyoruz,” dedim. Derdini anlatmayan derman bulamazmış, belki elimizden bir şey gelir.”
    Gözlerine baktım. Keder kuyuları gibiydi. Ben o gözleri tanırım. İnsanın en çaresiz anındaki bakışlardı onlar. Renksiz, ezilmiş bakışlar.
    Derin bir iç çekti. Sonra bir “off” dedi. Nefesinin ateşinde ben yandım.
    “Benim derdimin dermanı yok,” dedi.
    Israr ettim.
    “Ne olur anlat bana,”
     “Bırak ben kendi dumanında boğulan kütükler gibi içten içe yanayım,” dedi.
    Yalvardım.
    Karyolanın üzerine ayaklarını topladı. Bağdaş kurdu. Yine derinden bir oh çekti;
    “Ben çok önemli bir birimde çalışıyordum.” dedi.
    “Bulunduğum ilde o işi yapabilecek başka kimse yoktu.
     Mutlu bir aile hayatım vardı.
    Eşimi çok seviyordum. Birbirini seven iki insanın bir arada olmasından daha güzel ne olabilir ki.
    Lakin uzun yıllar çocuğumuzun olmayışı ikimizi de yordu.
    Günlerimiz, geceleri edilen dualarla, dökülen gözyaşlarıyla, hastane kapılarında bekleyişlerle, bir birini takip eden  tedavilerle geçti.
    Sonunda kabullendik.
     Ne yapalım, hiçbir engel olmamasına rağmen çocuğumuz olmuyorsa vardır bunda da bir hayır dedik.
    Birbirimize tutunduk.
    Bütün bütün umudumuzu yitirdiğimiz bir anda Mus’ab bebekle yeni mutluluklara kanatlandık.
     Onun her anını gözetliyor, anlamsız hareketlerinden yeni mesajlar çıkarmaya çalışıyor, yıllar sonrasına tatlı hatıralar kalması adına onlarca fotoğrafını çekiyorduk. Telefonların ekranını o süslüyor, programımızı o belirliyor, neşe ve mutluluk kaynağı oluyordu.

    Mus’ab, önce emeklemeye, sonra badi badi yürümeye başladı. İlk adımlarını atışının, birkaç adım sonra kucağa atlayışının tadını ise başka hiçbir şey vermiyordu.

    Yıllar içinde serpildi, büyüdü, sokakta arkadaşlarıyla oynamaya başladı. Onu gözümüz gibi takip ediyorduk. Hiç yalnız bırakmıyorduk. Bir tül gibi üzerinde titriyorduk.
     Mus’ab bir gün aniden rahatsızlandı.

     Hemen hastaneye götürdük.

    Aylarca süren tetkiklerden sonra kemik iliği nakli gerektiği anlaşıldı. Eşim de ben de yıkıldık.
     Onca acının arasında bizi mutlu eden tek şey benim kök hücrelerimin oğluma uymasıydı.

    Bu bir mucizeydi. Biricik evladıma donör olacaktım.

    Tetkik ve tahliller sonucunda ağır bir tedavi kararı alındı.
    Kök hücre nakli için gün verildi.
    Yavrumun canına kendi canımdan can, kanımdan kan katacaktım.
    Hastanede oğlumun yanında olduğum bir gece bir arkadaşım aradı.
     “Neredesin?”
     “Hastanedeyim.”
    Telefon ansızın kapandı.
     Çok geçmeden hastaneyi ellerinde silahlarla polisler bastı.
     Ne zavallı yavrumun, “babaaaa” feryatları ne de benim yalvarmalarım taş yürekleri yumuşatmadı.
    On dört gün karakolda kaldım. Bir şey yemiyor, içmiyordum. Altın gibi günler bir bir eriyordu.
    Yavrumun hastalığı öyle bir şeydi ki bir gün değil bir saat gecikme bile kalıcı hasarlar bırakabilirdi.
    On dört gün boyunca kahrımdan ölüp ölüp dirildim. Sesimi taş duvarlar duydu ama taş yürekler duymadı. Kanlı gözyaşlarım sert betonları bile yumuşattı ama taş kalpleri yumuşatmadı. Bu nasıl bir öfkeydi. Masum bir çocuğu göz göre göre ölüme göndermek hangi kitapta vardı.
    Oğlumdan o süre içinde hiç haber alamadım. Eşim karakolun önüne defalarca gelmiş, “ne olur bu ameliyat yavrumuz için çok önemli, bari o gün izin verin” diye yalvarmış.
    Zavallı eşimle görüştürülmedim bile.
    Ameliyat günü geçti.
     Göğsümün içinde asırlık ağaçlardaki yarıklar gibi yaralar açıldı.                                                                                                                                                                                    On dört gün sonra hâkim karşısına çıktım.
    “Hâkim Bey! Oğlum beni bekliyor,” dedim, “ne olur beni bırakın, oğluma kök hücresi verdikten sonra yine tutuklayın.”
     Çaresiz bir babanın yalvarmaları karşısında hâkimin gözleri doldu.
    Boş dosyada gözlerini gezdirdi.
    Başını iki elinin arasına alıp derin düşüncelere daldı.
    Sonunda o cümle döküldü dudaklarından, hastane odasında babasını gözleyen yavrumun, çaresiz bir annenin ve babanın beklediği o söz:
    “Senin çıkman lazım.”
    Hem de hemen diye sayıkladı.
    “Nihayet beni anlayan bir insan evladıyla karşılaştım,” dedim.
    Ancak hâkim başını kaldırıp bana bakmıyordu.

    Hâkimin ciddi bir iç çatışma yaşadığı her hâlinden belli oluyordu.
    Saniyelerin aşırılaştığını o mahkeme salonunda yaşadım ben.
     
    Başını kaldırmadan son sözlerini söyledi hâkim:
    “Seni tutuklamam lazım.”

    “Hiç olmazsa ameliyat günü müsaade edin,” dedim.
     Hâkim sustu, sustu, sustu…
    Önündeki boş dosyada gezdirdi gözlerini.
    O suskunluğun manası aşikardı:
     “Beni buraya oturtan siyasi irade böyle istiyor.”
    Bir babanın canı gibi sevdiği evladına can olmasına müsaade edilmedi.
    Askerler kollarıma kelepçeyi taktılar ve beni alıp buraya getirdiler. Bütün bunlardan beni sorumlu tutan eşim, görüşlere gelmemeye başladı.
     Ve bir gün gardiyan elinde bir kâğıtla geldi;
    “Eşiniz sizden boşanmış.”

     Üzerime musibet meteorları boşandı.
    Demir kapılar ne ki… O an dünyanın bütün kapıları kapandı üzerime. Ben canlı canlı mezara girdim. Üzerimi toprakla değil betonla kapattılar.
    O an dedim ki:
     Allah’ım! Yuvalarımızı dağıtanları, evlatlarımızı babasız bırakanları sana havale ediyorum.”

    Maltaya her çıktığımda ilk işim gökyüzüne bakmak oluyor.
     Her baktığımda kimisi beyaz, kimisi iyice siyahlaşan bulutların birbirini kovaladığını görüyorum.                        
    Bazen uzaklardan salâ sesleri geliyor. Ölen bir insana, ölümü bütün dehşetiyle duyan bir insanın hitabı gibi yükselen, ara sıra yeisle incelip titreyen, bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşan o sesler daralan göğsümde derin yaralar açıyor.

    Oğlum sağ mı, öldü mü? Yoksa bu biricik yavrumun salası mı? Yeni çocuğumuz doğdu mu, ne hâlde?
    Benim derdimin dermanı yok  ben ne konuşayım?”
    Fehmi Bey havalanının önünde bunları anlatırken iki de bir taşkın  pınarlar gibi dolan gözlerini siliyordu. Derken kapılar açıldı. Yolcular sel gibi akmaya başladı.
     Fehmi Bey o ana kadar elinde tuttuğu kitabı ekrana yaklaştırdı.
    Beyaz bir kapak üzerinde “Donür” yazıyordu.
    Kalabalığın arasında eşini ve çocuklarını gördü. Onlara doğru koştu. İşte o an bir aile için en mutlu anlardan biri yaşandı.
    Yılların hasretiyle sevgili eşine ve çocuklarına sarıldı, onları bir bir öptü, kokladı. Gözlerinin içine baktı…
    Bir aile fotoğrafı çektirir gibi eşini ve çocuklarını yanına aldı ve son sözlerini şairin o dizeleriyle tezyin ve tekmil eyledi:
    ‘’Saraylar saltanatlar çöker
    Kan susar, susar bir gün
    Zulüm biter, bir gün biter
    Menekşeler de açılır
    Açılır üstümüzde
    Leylaklar da güler
    Bugünlerden geriye
    Bir yarına gidenler kalır
    Bir de yarınlar için
    Direnenler kalır.”
    29 Eyl 2024 11:19