Ey Yavru! Neydi Günahın?

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    14 Şub 2020 14:06
    Yine şubat…
    Yine kulaklarıma çığlıklar doluyor.
    Rüzgârlar dövüyor camları…
    Sahipsiz yetim bir çocuk gibi hırpalıyor parktaki ağaçları.
    Uzaktan… Ta oralardan… Bizim oralardan yüreğime çığlıklar taşıyor rüzgârlar.
    Acılar içinde kıvranan Ahmet Ataç, uzaklarda, çok uzaklarda “Anne!” diye inliyor.
    Sağanaklaşan yağmurun sesine karışıyor çığlıklar:
    - "Yavrumu kurtarın!"

    İki yıl önce…

    13 Şubat 2018 günü ulaştı o çığlıklar bütün dünyanın yüreğine.
    Meriç’in azgın sularından, bir annenin yangın yeri yüreğinden;
    “Yavrumu kurtarın!”
    Kurtaramadık…
    Ne yavruyu, ne anneyi…
    Karışıp gittiler serin sulara…
    Gecenin karanlığına kayıp giden yıldızlar gibi.
    Kayıp gittiler dünyamızdan…
    Abdürezzak ve Doğan ailesi topluca veda ettiler dünyamıza.
    “Alın sizin olsun dünyanız” der gibi.
    İki aile toptan yok oldu.
    Fatih Doğan, laboranttı ve daha otuzundaydı. Aslı Doğan, daha 28’ini bile doldurmamıştı. Kimyager olarak özel bir firmada çalışıyordu. OHAL ilan edildikten sonra haklarında Google Play’den Bylock isimli mesajlaşma aplikasyonunu indirdikleri gerekçesiyle soruşturma başlatılmıştı.
    İkisi de işlerini kaybettiler. Ardından haklarında yakalama kararı çıkartıldı. Çocukları İbrahim Selim Doğan’ın yaşının küçük olması nedeniyle bir süre saklanmaya karar verdiler.
    Saklanma sürecinde ikilinin psikolojisi ciddi şekilde bozuldu. Özellikle Fahrettin Doğan, vatan hainliği ile yaftalamayı gururuna yediremedi.
    - "Ben vatan haini değilim”  dedi durdu.

    Halil Münirler, Enesler, İbrahim Selimler...
    Mustafalar, Gülsüm Karalar, İbrahim Işıklar, Mahirler…
    Daha çok küçüktü onlar. Hepsi Meriç’in azgın sularında kayboldular.
    Kefen bile bulamadılar, kefen bile biçemediler onlara.
    Mezar oldu o yavrulara soğuk sular.
    Kimilerini de diri diri gömüyorlar mezara…
    Acılar içinde kıvranan Ahmet Ataç, uzaklarda, çok uzaklarda “Anne!” diye inliyor.
    Sahi nedir bu sabi yavruların suçu?
    Sorulmayacak mı sanıyorsunuz?
    Sorulacak!
    Ama onların katillerine değil, yavrulara sorulacak:
    - "Hangi suçunuzdan dolayı öldürüldünüz?”
    Neden mi yavrulara sorulacak?
    Çünkü Allah, katillerini muhatap bile almayacak da onun için.

    Mekke’nin, taze kuşluk ışıklarında yıkandığı bir gün…
    Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yeryüzü yıldızları olan sahabeleriyle sohbet ediyordu.
    Allah Rasûlü’nün sohbetlerinde insibağ vardı. Dinleyenler diriliyor, ölü gönüller kendine geliyordu. 
    Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerinden, gözlerinden, yüz hatlarından öyle bir ruh ve ma’nâ akışı hasıl oluyordu ki onun muhataplarına kazandırdıklarını başka hiçbir kimsenin ve hiçbir kitabın kazandırması mümkün değildi.
    Huzur-u ilahîde iki büklüm oluşu, kalbinin haşyetle çarpışı ve yanaklarının gözyaşlarıyla ıslanışının yaydığı manevi havayı, o mecliste bizzat bulunmadan, o atmosfere girmeden ve onunla diz dize gelmeden teneffüs edebilmek imkânsızdı.
    Allah Resulü o gün ne demişti, ne anlatmıştı bilemiyoruz.
    Gözlerinin önünde alevler belirmişti de cehennemi mi tasvir etmişti?
    Yoksa mahşeri görmüştü de defterlerin uçuşunu, insanların birbirlerinden kaçışını mı anlatmıştı?
    Ya da Kur’an-Kerim'den ayetler mi okumuştu?

    “Güneş dürüldüğü zaman…
    Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman,
    Dağlar yürütüldüğü zaman,
    Denizler kaynatıldığı zaman,
    Ve diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna 'Suçun neydi?' diye sorulduğu zaman…”

    Neden masum kız çocuklarına soruluyordu? Yoksa onları diri diri gömen günahkârlar muhatap mı alınmıyordu?
    Sohbetin tesiriyle, geçmiş günlerinde yaptıklarının vicdan azabında yanan biri, inler gibi kesik kesik konuşmaya başladı.
    Adamın anlattıklarını dinledikçe Allah Rasûlü’nün yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
    Adam çökmüş, adam bitmişti.
    Kelimeler korlaşıyordu dudaklarında. Sanki ateşleri avuçluyordu.
    “Ben yandım, siz yanmayın!" der gibiydi.
    Gözyaşları sel olmuştu.
    “Dur” dediler adama, “Yeter artık anlatma! Allah Resûlü’nü perişan ettin.”
    Adam da ağlıyordu, adama “Dur” diyenler de.
    Yetim yürekler gözyaşlarında tutuşuyor, yeni bir dünya gözyaşlarından doğuyordu.
    Şefkat peygamberi, “Anlat" dedi, “Bir kere daha anlat.”
    İstiyordu ki imanın, insanlığa getirdiği güzellikler iyice anlaşılsın.
    Nâr olmadan nûr olmazdı.
    Adamın bir kere daha anlatmaya mecali yoktu ama Allah Resulü, “Anlat” demişti bir kere.

    - "Arkasından tekmeledim, bacaklarıma sarıldı, itekledim, kuyuya ittim… Geri döndüm, evime doğru giderken karanlıkta hâlâ ‘Babacığım, babacığım!’ seslerini duyuyordum.”

    Adamı kolundan tuttular ve dışarı çıkardılar.
    Allah’ın Resulü, bütün gün boyunca bu olayı hatırladıkça ağladı, ağladı...
    İşte, kız çocuklarıyla ilgili bu acımasız törelerin sürüp gittiği günlerde doğdu Hazreti Fatıma…
    Onun içindir ki Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Fatıma’yı bir başka sevdi.
    Fatıma sevgisi, çöldeki çığlıklara bir isyandı.
    Vahşete bir isyandı.
    Çünkü o yıllarda bir kızları olduğu haberini alan babaların suratları düşüyor, gölgeleniyor ve kapkara kesiliyordu.
    Baba, utancından günlerce evinden dışarı çıkmıyordu.
    Kız çocukları kendi katilleriyle yıllarca aynı çatı altında yaşıyordu. Ve sonra bir gün “babaları” onları ellerinden tutup “Haydi seni dayına götüreceğim” diyordu.
    Ama kısa süre sonra baba, eve yalnız dönüyordu. Küçük kız, çöldeki isimsiz binlerce kuyudan birinin dibinde yatıyordu.
    Nice kız çocukları, attıkları adımların son adımları, aldıkları nefeslerin son nefesleri olduğunu bilmeden babalarının önünde seke zıplaya koşturarak uzaklaşıyorlardı evlerinden. Anneleri yaşlı gözlerle bakıp kalıyordu arkalarından.
    Geceleri, kız çocuklarının feryatları çığlıklaşıyordu kızgın çöllerde.
    Şimdi yine çığlıklar duyuluyor dünyanın her yerinden.
    Yine “Anneeee!” diye doğuyor güneşler, “Anneee!" diye batıyor.

    Bir kız çocuğu, “Köpek, annemi gördün mü?” diyor.
    İnsanlardan sormuyor.
    Bir köpekten soruyor.
    Köpeği kendine daha yakın buluyor.
    Ahmet Ataç, uzaklarda, çok uzaklarda “Anneee!” diye ağlıyor.
    Soğuk demir ranzalar arası emekliyor çocuklar.
    Lohusa kadınlar, askerlerin kollarında zindana götürülüyor.
    Çocuklar boğuluyor azgın sularda.
    Yine çığlıklar duyuluyor gecelerde.
    Bir kadın, “Yavrumu kurtarın!” diye feryat ediyor.

    Ey suskunlar! Ey zalimler!

    Bilin bu çığlıklar sizi bir ömür boyu takip edecek.
    Kâbusunuz olacak bu yavrular…
    Her gece karşınıza dikilip soracaklar:
    - "Benim günahım neydi?”
    Sahi neydi bu çocukların günahı?
    Kabrinizde de rahat uyuyamayacaksınız.
    Mahşerde de bulacak bu yavrular sizi.
    Ama o gün size sorulmayacak.
    Masum yavrulara sorulacak:
    - "Günahın neydi yavrucuk?”

    14 Şub 2020 14:06