Hayat sessiz bir nehir gibi akıp giderken ansızın sonbahar sislerini dağıtan bir ezan sesi yükseliyor gurbetteki odamızda.
Ezan sesine ayarlı bir telefon namaz vaktini haber veriyor.
Bir memleket özlemi doluyor içime. Şimdi ülkemde olmak vardı, diyorum. Gurbet böyle bir şey işte. Bazen bir ses, bazen bir koku sizi alıp memleketinize götürüyor. Hiç beklemediğimiz bir anda hasret, paslı bir bıçak gibi saplanıyor yaralı yüreğimize.
İnsan gurbette ülkesindeki sesleri özlüyor. Koyun-kuzu meleyişini, kuş cıvıltılarını, ıssız derelerin şırıltılarını, tenhalardaki çoban çeşmelerinin bir başına akışını, ormanların uğultularını…
En çok da ezan seslerini özlüyor.
Ezansız gurbetlerde insan kendini gök kubbenin altında yapayalnız hissediyor.
Ahmet Altan’ın dediği gibi ezanlar çocukluğumu hatırlatıyor bana.
Kaval seslerinin, kağnı bağırtılarının, kuş cıvıltılarının, saba rüzgarlarının içinde ezan da vardı.
İslam’ın ilk müezzini Bilal-i Habeşî hicret yurdu Medine’de pek çok sahabe gibi hastalanıyor. Medine’nin havası yaramıyor. Kalpler Kâbe’yi istiyor. Ruhlar Mekke'yi özlüyor. Bağrında işkencelerin her türlüsünü yaşadıkları Mekke için türküler söylüyorlar. Şiirler yazıyorlar.
Fakat her şeyi unutturan, her şeyi hatırlatan bir Nebi vardır onların yanlarında.
“Allah’ım! Mekke’yi sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir, havasını güzelleştir.” diyen bir Nebi.
Ve bir gün mescidin inşaatı tamamlanınca kerpiç bir damın üzerinde görünüyor Bilal.
“Allahuekber…Allahuekber…”
Siyahi bir kölenin sesi İslam’ın sesine dönüşüyor.
İlk ezan kanatlanıyor gökyüzüne.
“Bilal! Mescidimi tamamladın.” sözleri dökülüyor Gül dudaklardan.
Artık Medine’de gün Bilal’in sesiyle başlıyor, Bilal’in sesiyle bitiyor.
Yesrib yaşanır hale geliyor, cennete dönüyor.
Bir Hak dostunun “Cennet mi, Medine mi, dediklerinde Medine” diyeceği yeryüzü cennetine dönüşüyor.
Çanların, hazanların özgürce göklere yükseldiği diyarlarda ezanın suskunluğu bizim için gurbetin yükünü ağırlaştırıyor.
Kutsal şehir Kudüs’te bulunduğum günlerde, avazesini suların, sebillerin, surların üzerine bırakan ezan, çan, hazan sesleri, eşsiz güzellikte ilahî bir ahenkle göklerde kucaklaşır ve şehre inanılmaz güzellikler sunardı. Kutsal şehir günde birkaç kez o seslerle coşardı. Hala da öyle.
Müslim Baba’nın dediği gibi “Bizi ezansız topraklarda yaşamaya mecbur edenlere, öyle kötü bir ceza ver ki zalimlere ibret olsun ya Rabbî!”
Bir güz gecesinde hatıralarına misafir olduğumuz Selami Bey;
“Meriç’ten geçerken Selimiye’de sabah ezanları okunuyordu.” diye başlıyor sözlerine.
“Çocukluk arkadaşım beni şikâyet etmişti. KHK ile ilk açığa alınanlardan olmuştum. Sonra tutuklandım. Yirmi iki ay hapis yattım. İnsanın hatırlamak istemediği hatıralarının olduğunu ben orada öğrendim.
Çok korkunç işkenceler gördük. Hâkim anlatma dediği halde anlattı bir arkadaşımız. Hem de eşlerimizin çocuklarımızın gözleri önünde.
O minicik yavruların korkudan gözlerinin nasıl büyüdüğünü, annelerine nasıl sarıldığını gördüm ben.
O iki yılın adı yok.
Eşime, ‘Değil yirmi iki ay, yirmi iki saat bile bir daha içeri giremem, gidiyoruz bu ülkeden.’ dedim.
Yarış arabaları gibi ayçiçeği tarlalarının arasından düşe kalka Meriç’e doğru koşuyorduk.
Bir yere gelince kaçakçı ‘Sınıra yaklaştık.’ dedi.
Botu şişirdik.
Bir anda silahlar patlamaya başladı.
Tam siper uzandık ayçiçeklerin arasına.
Ay ışığı çok güçlüydü. Hava, gündüz gibiydi. Mehtap, nurlarını bolca döküyordu yeryüzüne.
‘Buradan geçemeyeceğiz.’ dedi kaçakçı.
Başka bir geçit bulabilmek için üç saat kadar yürüdük. Yirmi beş kiloluk bot oldu yüz kilo. Omuzlarımız çöktü.
Nihayet bir geçit bulduk. Meriç, ay ışığında nazlı nazlı akıyordu. Biz botla serin suları geçerken Selimiye’de sabah ezanları okunuyordu.
Bu benim dinlediğim son ezanlar olacak diye sonuna kadar dinledim.
Yahya Kemalin;
“Sultan Selim'i evveli râm etmeyip ecel
Fethetmeliydi alemi şân-ı Muhammedî” dizelerinde dediği gibi bir gün cihanın bütün kıtalarında yükselecek ezan seslerine maya olsun diye Selimiye’den yükselen sesleri doldurdum ciğerlerime.
Meriç’i geçince ülkeme doğru dönüp baktım.
Edirne’nin ovalardan, eteklerden başlayarak kademe kademe yükselen camiler, kubbeler, minareler ortasında Selimiye bir taç gibiydi.
Selimiye azametli olmaktan ziyade güzeldi.
Bir hayal eseri kadar güzeldi. Göklere uzanmak için hamle yapıyor gibi duran ana kubbenin dört bir tarafındaki dünyanın en güzel dört minaresi gökleri kucaklıyordu.
İşte o sonsuzluğa doğru yükselen minarelerden sabah ezanları, müminlerin nerede başladığı ve nerede bittiği bilinmeyen yakarışları gibi sonsuzluk âlemine doğru yükselip gidiyordu.
Ezanlar bitince ortalık derin bir sessizliğe büründü. İçime bir hüzün çöktü. Ülkem derin uykulardaydı ve biz on binlerce emsalimiz gibi çocuklarımızla hicret yollarındaydık.
Üç Şerefeli Cami’nin penceresinde hayaller kuran ve bize yepyeni ufuklar açan Hocaefendi’yi hatırladım. Vücudu o daracık pencereye sığarken hayalleri dünyalara sığmayan bu yüce insan o pencerede bugünleri de görmüş müydü acaba?
Bir gün ülkesinden çok uzaklarda ezan seslerine hasret bir hayat yaşayacağını biliyor muydu?
Bizi biz yapan hatıralarımız içimizde hep ter ü taze yaşayacak mıydı yoksa yavaş yavaş silinip gidecek miydi?
Onlar silinip gidince geride ne kalırdı ki?
Bunları düşündükçe çok kötü oluyordum.
Ben hatıraların silinmesinin korkunç bir şey olduğunu çok iyi bilen biriyim.
Zira annem demans hastasıydı.
Ona veda ederken beni tanımadı.
Onunla aramızdaki bütün hatıralar tek taraflı olarak silinmişti. Bu çok korkunç bir şeydi.
Çevresindeki insanları artık tanımıyordu. Eskiden bu tanımamazlık kısa süreliydi. Bizim yaşadıklarımız tetikledi ve kalıcı hale geldi. Annem sağdı ama yaşamıyordu. Anneme dair ne varsa artık yoktu annemde. Bir tek güzel gözleri, kalem gibi kaşları ve ipek saçları vardı.
Sözcükleri yoktu, cümleleri yoktu, bakışları ve ifadesi değişikti. Gün batmış, gün doğmuş onun için farksızdı. Mevsimler hiçbir şey ifade etmiyordu.
Ne askerden gelen oğluna seviniyordu ne hapisten çıkan oğluna. Ne de evden cenazesi çıkan en sevdiği insana üzülüyordu. En çok da bu kahrediyordu insanı. Bir zamanlar dupduru bir pınar gibi olan beyninin her gün biraz daha dibe doğru çekilen kuyular gibi kuruduğunu görüyor ve elimizden hiçbir şey gelmiyordu.
Bize en çok muhtaç olduğu bir zamanda veda ettim anama. Hem de tek taraflı olarak.
Fakat ben gitmek zorundaydım. Hem de iki anama birden veda ederek. Birindeki bütün hatıralar silinmişti. Ben vatanımı da ana bilmiştim. Beni saran beni kucaklayan bir ana…
Onun için Anadolu demiştik ona.
Fakat onun bana yaşattıklarından dolayı ben de onu silmiştim.
Meriç’i geçtiğimizde bir pazar sabahı idi.
Doğu yakasında güneşin doğuşu öncesi tatlı bir aydınlık gittikçe yükseliyordu. Sabah namazını bir kilisenin avlusunda kıldık. Çan sesleri yeni bir günü haber veriyordu. Bir gün bu çan sesleri, ezan sesleri ile birlikte kardeşçe elele tutuşarak göklere doğru yükselecek miydi?
Kuşluk vakti iyi giyimli beyler, hanımlar akın etmeye başladı kiliseye.
Papaz yanımıza geldi ve güzel bir Türkçe ile, ‘Gençler Tayyip’ten mi kaçıyorsunuz?’ dedi. Bize çok iyi davrandılar. ‘Korkmayın, burada güvendesiniz.’ dediler.
Ayinden sonra papaz polisi aradı. Polis geldi ve işlemler için bizi karakola götürdü. Yan odadan bağırış çığrış işkence sesleri geliyordu.
Meğer başka ülkelerden gelenleri dövüyorlarmış.
Ortadoğu insanın kaderi.
İşlemlerimiz tamamlanınca bizi BM kampına götürdüler.
Sanki bütün Ortadoğu oradaydı.
Annem bir daha beni hiç sormamış, hiç hatırlamamış. ‘Selami’m nerede?’ dememiş.
Ben ülkemden ayrıldıktan on ay sonra da vefat etti.
Her iki anamı da kaybetmiştim.
Bir gün Atina’da, bir kafede oturuyorduk. Yan masada iki yaşlı bayan vardı.
Bizim Türkçe konuştuğumuzu duydular.
‘Memleketimiz İstanbul’dan ne haber var?’ dedi yaşlı olanı.
‘İstanbul sizin nasıl memleketiniz oluyor?’ dedim.
‘Oğlum, ben orada doğdum, orada âşık oldum, orada evlendim.’ dedi.
Bir kez daha anladım ki bizim için cehenneme çevirseler de orası bizim memleketimizdi. Bizi saran, bizi kucaklayan anamızdı, Anadolu’ydu. Orada bizim acı, tatlı hatıralarımız vardı. Aşklarımız, sevdalarımız vardı. Hayatlarını harabeler üzerine kuran zalimlerin yaptıkları bizi, bir leyla gibi sevdiğimiz ülkemizden soğutamazdı. Zira ilk sela, ilk ezan kulağımıza o topraklarda okunmuştu.’’
Sisli bir sonbahar sabahı…
Hayat sessiz bir nehir gibi akıp giderken ansızın sonbahar sislerini dağıtan bir ezan sesi yükseliyor gurbetteki odamızda.
Ezan sesine ayarlı bir telefon namaz vaktini haber veriyor.
Bir memleket özlemi doluyor içime.
Şimdi ülkemde olmak vardı, diyorum.
İnsan gurbette ülkesindeki her bir şeyi özlüyor.
En çok da ezan seslerini…
06 Kas 2022 12:18
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.