İki ışıltılı göz gibi iki merhamet pınarımız olan Ramazan ve Kurban, kısa aralıklarla peş peşe çekip gittiler. Suları çekilmiş pınarlara döndük. Alışmıştık onlara. Bu süreçte en güzel günlere “Eyvallah!” dediğimiz gibi acıya, kedere de “Eyvallah!” demeyi de öğrendik. Bayramın son günü son teşrik tekbirlerini söylerken içime derin bir hüzün çöktü. Gözlerim taşmaya hazır pınarlar gibi yaralı gönlüme eşlik etti.
Bir şeyi ne kadar çok isterse en çok onunla sınanırmış insan. Biz ülkemizin Ramazanlarını, Kurbanlarını çok sevdik. Toprağımızı çok sevdik. Ezanları, mabetleri, ülkemizin çocuklarını, insanını çok sevdik. Şimdi sevdiklerimizle sınanıyoruz. Birkaç yıldan beri gurbet ellerde geçiriyoruz bayramları. Ülkemizin çocuklarından, insanlarından, sevdiklerimizden uzaklardayız.
Gurbet bizi besledi, bizi bize öğretti. Bizi biz yapanın biraz da acılar, kederler olduğunu öğrendik. Acımızla, hüznümüzle, anılarımızla, yaşadıklarımızla, gözyaşlarımızla insan olduğumuzu öğrendik. Zaten buruk olan bayramın üzerine bir de apansız acı bir haber düştü. “Hocaefendi hastaneye kaldırıldı.” Dağdan dağa seslenen insanlar gibi bütün kıtalardan herkes birbirine seslenmeye, sormaya başladı. “Hocaefendi’nin durumu ağırmış, öyle mi?” Bugüne kadar Hocaefendi ile ilgili söylemedikleri söz, uydurmadıkları hiçbir yalan kalmadı. Koskoca ilahiyat profesörü Cevat Akşit bile öldüğünü ve bir Yahudi mezarlığına defnedildiğini söylerse karanlık odalar ne yapsın.
Hocaefendi’nin nefes alışından bile korkuyorlar. Bir belgeselde sırtlanlar sıralanmışlar yavru aslanları yemek için Mahsuni adındaki yaşlı ve yorgun aslanın ölümünü bekliyorlardı. Bilmiyorlar ki yüce sevdalara gönül vermiş insanlar bir ölseler de bin dirilirler. Bilmiyorlar ki bu Hizmet’in her bir ferdi bir aslan parçasıdır.
Bu bayramı Hocaefendi’nin gurbetteki bir hastane odasında geçirdiği doğruydu. Ben de en doğru bilgiyi almak için kahraman kardeşi Mesih Ağabey’i aradım. Bir arabada yolculuk yaparken buldum onu. Sağından solundan yollar, ağacalar akıp gidiyordu. “Yolculuk nereye?” dedim. “Az önce Hocaefendi’nin yanından çıktım eve gidiyorum” dedi. “Hocaefendi’nin kan değerleri çok iyi. Kan şekeri de düzeldi. Normal yemek yiyor. Tabi anamın yemekleri olsa daha bir lezzetle yiyecek.” Mesih Ağabey öyle deyince Mustafa Birlik Ağabey’in hanımı Fatma Mirac Anne’nin yemekleri geldi hatırıma. Bu defa da Mirac Annenin oğlu Abdullah Birlik Bey’i aradım. Yine o minare şerefesi gibi geniş omuz çizgileri ve Anadolu toprağını andıran siması ile görünündü telefon ekranında. Arka fonda çok güzel bir şemail-i şerif görünüyordu. Edebiyata ve sanata olan düşkünlüğünü ta İzmir yıllarından biliyorum. Toplantılarda edebiyatla ilgili bir kitap söz konusu olunca Hocaefendi ona, “Sen onu okumuşsundur Abdullah Bey.” derdi.
“Annenin yemeklerini çok severdi Hocaefendi. Şimdi hastanede biliyorsun.” dedim. Ne demek istediğimi hemen anladı. Yağmur sonrası güneş vurmuş toprak gibi gülümsedi güzel yüzü. ‘‘Geçenlerde eşim Fatma Hanım yaprak sarması gönderdi.” dedi. Ne de olsa Mustafa Birlik’in gelini, bir de Mehmet Uslu’nun kızı olunca Hocaefendi’nin özel bir isteği olup olmadığını sık sık soruyor. Birkaç gün önce Hocaefendi bir mecliste, ‘Eskiden de böyle yaparlardı. Beş yıl İzmir’de bu aile bana baktı.’ demiş. Bu sözleri duyunca eşim de ben de çok mutlu olduk. Anne-babaların yarım kalan hayallerini evlatları tamamlarmış” dedim. “Rahmetli babamın ve annemin güzel adetlerini elimizden geldiği kadar sürdürmeye çalışıyoruz. ’dedi. “Babam vefat ederken ‘Hocaefendi’ye sahip çıkın’ diye bize tembih etti.”
“Sen İzmir’in ilk yıllarını bilirsin” dedi. “Biliyorsun babam, İzmir’de daha ilk günden itibaren Hocaefendi’ye bir baba şefkatiyle davranmaya başladı. İlk bayram sabahı bana, ‘Hisar Camii’ne git, vaaz eden Hocaefendi’yi al gel.’ dedi. Ben daha çok küçüğüm. Bayram namazından sonra kalabalıktan dolayı Hocaefendi’ye yaklaşamadım. Eve geldiğimde bir de baktım ki vaaz eden hoca sedirde oturuyor. Babam ne olur ne olmaz diye peşimden kendi de gelmiş.
Hocaefendi talebenin yemeğinden yemiyordu. Ben, Kestanepazarı Yurduna annemin yaptığı yemekleri götürüyordum. Hasta olduğunda bizim evde bakılıyordu. Bayram sabahlarında kahvaltıyı birlikte yapıyorduk. Hocaefendi, kurbanını bizim evde kesiyordu. Bayram sabahı kavurmayı birlikte yiyorduk. Hocaefendi’nin anne-babası, kardeşleri geldiğinde bizde kalıyorlardı.”
Bizim Patlıcanlı’daki evi biliyorsun” dedi. “Bilmez olur muyum Hizmet ’in yolları gibi yokuş, merdivenleri dar ve dikti.” Telefonda bayram sohbeti tadı her an biraz daha artarak koyulaştı. “1971 muhtırasında Hocafendi babamla birlikte tutuklandılar.” Dedi. “Bu defa da Narlıdere Askeri Hapishanesi’ne yemek taşımaya başladım. Hocaefendi’nin tutuklandığını duyan Ramiz Hoca evladını görmek için Erzurum’dan kalkıp geldi. Oğlunu görmek, bir şeyler yapabilmek, hapisten kurtarmak istiyordu.
30 cm çapında üç katlı sefer tasları yaptırdım ve Ramiz Hoca ile hemen her gün hapishaneye yemek taşımaya başladık. Annem, bizi her uğurlayışında Ramiz Hoca’nın arkasından gözyaşı döküyordu. Bir keresinde kız kardeşim Ayşe, ‘Anne, ağabeyim için ağlamıyorsun, Ramiz Hoca için ağlıyorsun.’ dedi. ‘Kızım, ağabeyin genç, Ramiz Hoca yaşlı, evladı için uğraşıyor.’
Sefer tasının birini yetmişindeki Ramiz Hoca birini de ben taşıyordum. Narlıdere’de nizamiye garajına arabayı bırakıp sefer tasları ile her gün, güneş altında 1,5 kilometrelik tozlu yolu terlerimizi sile sile, dura-yürüye hapishaneye ulaşıyorduk. Ben küçük olduğum için sefer tasının altı bazen yerde sürünüyordu. Oldukça zayıf ve yaşlı olan Ramiz Hoca da taşımakta bir hayli zorlanıyordu. Sefer taslarının görevi sadece yemek taşımak değildi. Onlar aynı zamanda özel tasarımlı sapları ile haberleşme görevi de görüyordu.
Her gün eve geldiğimizde o özel bölmeler açılıyordu. Yine bir gün eve geldiğimizde annemle birlikte o özel bölmeyi açtık. Sair günler küçük küçük kâğıt parçaları çıkarken o gün bir tomar kâğıt çıktı. Sayfalar ağlamaya hazır gözyaşı bulutları gibiydi, sırılsıklamdı. Yazanın gözyaşları saklı inciler gibi serpilmişti satırlara, sayfalara… Ortalıktan ses-seda çekildikten sonra annemle birlikte başladık okumaya.
“Gözyaşları…
Hak rahmetinin insan gözünde damla damla olmasıdır gözyaşları... Uzun senelerden beri ne kadar hasretiz gözyaşlarına...! Onu, bu memleketin taşına, toprağına, evine, mabedine sormalı. Sormalı şu dağlara, taşlara ve üzerinde uçuşan kuşlara... Ve bütün bir mâziye sormalı, bağrına kaç damla gözyaşı düştüğünü. Sonra mabetlerdeki sütunlara, geniş kubbelere ve çevredeki cidarlara da sormalı, ne zamandan beri hıçkırığa hasret olduklarını. Seccadelere de sormalı, kaç defa gözyaşlarıyla ıslandıklarını. Bu kadar içten uzaklaşılan, bu kadar gönüle yad kalınan ikinci bir devir gösterilebilir mi...?”
Yazı her bittiğinde annem ‘Oğlum bir daha oku, oğlum bir daha oku!’ diyordu. “Gözyaşları” yazısını ağlaya ağlaya sabaha kadar belki 20 kez okudum, anam dinledi. Gözyaşlarımız sel oldu aktı, ağlamaktan bayılacak hale geldik. Nihayet ağlamaktan yazıyı okuyamaz hale geldim. 1979 şubatında Sızıntı dergisi çıkmaya başladı. Derginin 8. sayısında Gözyaşları yazısı yayınlandı. Hocaefendi başyazıları kendi el yazısı ile yazıyordu. Derginin yayın yönetmeni Şerafettin Kocaman Bey onları arşivde saklıyordu.
Bir gün bana, ‘Gözyaşları yazısının orjinali sendeymiş. Arşivdeki yeri eksik duruyor.’ dedi. Ben vermek istemedim. Biraz üzüldü ama bir şey demedi. Çok zarif bir insandı. Ankara’da hastalandığında Hacettepe Hastanesi’ne ziyaretine gittim. Elimdeki büyükçe bir zarfı ona uzattım. “Gözyaşları” dedim. Çok sevindi. Sevindi ama o hastane odasından sağ çıkamadı. “Gözyaşları” yazısını yerine koyamadan binlerce insan onu gözyaşları içinde kabrine koydu.”
Bayramın son günü Abdullah Birlik Bey’le yaptığımız telefon konuşması bir anı cihana değer hatıralarla bezendi. Geçmişin güzel günleri gelip içimize oturdu. Biz geçmişimizi çok sevdik ve seviyoruz. Acımızla, hüznümüzle, anılarımızla yaşadıklarımızla göz yaşlarımızla o günler bizim günlerimiz.
Bir şeyi ne kadar çok isterse en çok onunla sınanırmış insan. Biz ülkemizin çocuklarını, insanlarını çok sevdik. Ülkemizin Ramazanlarını, Kurbanlarını çok sevdik. Şimdi sevdiklerimizle sınanıyoruz. Bu süreçte en güzel günlere “Eyvallah!” dediğimiz gibi acıya, kedere de “Eyvallah!” demeyi öğrendik. Bir neslin hamurunda Narlıdere zindanlarında dökülen o gözyaşlarının olduğunu bir kez daha hatırladık. Bu Hizmet’in bir gözyaşı medeniyeti olduğunu da…
17 Tem 2022 11:29
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.