Güzel bir bahar günü anneler günü programına gidiyoruz. Hafta sonunu fırsat bilen bahar, begonyalardan, leylaklardan, erguvanlardan ve daha nice rengarenk çiçeklerden damıtılılan parfümünü sürünmüş, göz alıcı en parlak takılarını takmış bir güzel gibi sahil boylarında, yol kıyılarında geziniyor.
Bir kere hava çok güzel... İki yanlarında sıralanmış ağaçların çiçekli dallarından dökülen bahar gülücükleri ile gelip geçenleri selamlayan hıyaban yollar, bizi etkinliğin yapılacağı mekâna taşıyor. Mütevazı salondaki dinleyicilerin hemen hepsi gurbet anneleri. Bugün, onların günü. Çocuklar babaları ile oynuyorlar.
Gurbet annelerinin her biri bir başka ülkeden gelmişler. Nice yolları, nehirleri, denizleri, korku tünellerini geçerek; nice dağları aşarak ulaşmışlar bu topraklara. Kimi Meriçlerden, kimi Asya bozkırlarından, kimi Afrika çöllerinden gelmiş. Yürüdükleri yollarda ayaklarına batan dikenleri gül sanmışlar. Hiçbiri, “Yollar gide gide seni usandım” dememişler.
“İnsan hayatı ve insanın içindeki duygular en çok da yollara benziyor” derdi anam. Çocukluk ayrı bir yol, yetişkinlik ayrı bir yol, evlilik ayrı bir yol, gurbet başlı başına bir yol… Evlat olmak ayrı bir yol, eş olmak ayrı bir yol, anne olmak ayrı bir yol, gurbet annesi olmak ise apayrı bir yol… Dar yollar, çatallı yollar, birbirini kesen yollar, uçsuz-bucaksız yollar insanın içinde uzayıp gidiyor.
Dağdan dağa gelinlik taşıyan bulutlar gibi ülkeden ülkeye sevgi taşımış gurbet anneleri. Ellerinde dünyalarını sığdırdıkları birer bavul, arkalarına ayrılığın acılarını sırtlanıp kucaklarındaki yavruları ile ülke ülke dolaşmışlar. Bu kahraman kadınları Asya steplerine, Afrika çöllerine düşüren neydi? Geride neleri bırakmışlardı? Bu gurbet diyarlarında ne işleri vardı? Hayalleri, aşkları, sevdaları yok muydu? Bu nasıl bir sevda ateşiydi, nasıl tutuşmuştu? Niçin sürekli korla ateşin yer değiştirdiği yangında yanıyorlardı? Hangi bengisu pınarlarından içtikleri ölümsüzlük iksiriyle kendilerinden geçmişlerdi? Neden doğup büyüdükleri toprakları, bakıma muhtaç yaşlı anne ve babalarını yaşlı gözlerle bırakmışlardı geride? Neden yaralı kuşlar gibi gurbetten gurbete uçuyorlardı?
Yüreklerindeki onca yaraya rağmen yüzleri yine de gülüyordu bu insanların. Omuzlarındaki yükün ağırlığına aldırmadan birbirlerine gülümsüyorlardı. Yüce idealleri için gurbette olduklarını bilmek; ülkelerinin, sevdiklerinin, geçmişlerinin hasretiyle yanarken yarınlar için tertemiz nesiller yetiştirme ümidi güçlü kılıyordu onları. Aslında, anneler günü programlarına katılmak pek arzu ettiğim bir şey değil. Eşi genç yaşta vefat etmiş bir arkadaşımızın, anneler gününü icat edene ettiği bedduaları duyunca çok şaşırmıştım. “Ben her anneler gününde çocuklarımı kırlara, şehirden uzak yerlere götürüyorum, anneler günü programlarını izlemesinler diye. Çünkü çok ağlıyorlar.” sözleri yüreğimi paramparça etmişti. Hiç böyle düşünmemiştim. Bazı bilgileri hayatın bize tokatlaya tokatlaya öğrettiğini o gün öğrenmiştim.
Her vesileyi, Hizmet adına değerlendiren emeğe de saygı duymak gerekiyor. Sanki gurbette bir gül bahçesindeyiz. Çocuklar annelerine, anneler birbirine gül sunuyorlar. Gül alıp gül satılan, gül ile gül tartılan bir gül pazarındayız sanki. Rüyalar, sevdalar, sohbetler hepsi gül üzerine. Sanki Gül Devri geri gelmiş, sanki Güllerin Efendisi günümüze teşrif etmiş, sanki elindeki bir gül dalıyla arzın kalbine, gurbet annelerinin yüreğine çizgiler çiziyor. Salonda ağır bir gül kokusu var. Gurbet anneleri birbirlerine gül sunarken sunucu, bir isimi anons ediyor. Lacivert ceketli, orta boylu, saçlarının siyahları silinmiş birisi oturduğu yerden usulca kalkarak sahneye doğru yürüyor.
“Gül Devri… Devirlerin en güzeli” diye başlıyor konuşmasına. “Bir gün, Güllerin Efendisi sahabelerinin arasında otururken elindeki çubukla yere dört çizgi çiziyor. Gözlerin gördüğü dört çizgi… ‘Bilin bakalım nedir bu çizgiler?’ diyor. Çizgiler uçsuz bucaksız bir kara tahtaya dönüşen yeryüzünden gözlere akıyor. Güllerin Efendisi’nin sorusu sahabelerin ellerinden tutup böyle zamanlarda hep bir ağızdan söyledikleri o tanıdık cümleye götürüyor: ‘Allah ve Rasûlu en doğrusunu bilir!’ ‘Cennetlik kadınların en üstünleri Huveylid'in kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fatıma, Firavun’un hanımı, Müzahim'in kızı Asiye ve İmran'ın kızı Meryem'dir.’ diyor Güllerin Efendisi.
Hazreti Asiye’nin kendi çocuğu olmuyor, ama o Hazreti Musa’ya annelik yapıyor. Kendi evladı olmayan Hazreti Musa üzerinden cennet anneleri arasına giriyor. Anlıyoruz ki cennet anneleri arasına girmenin tek yolu kendi çocuğuna anne olmak değil. Yeni bir doğuşa annelik yapmak. Hazreti Hatice annemiz de daha İslam bebekken onu sadakat sütüyle emzirdiği için bütün müminlerin annesi olmuştu. Hazreti Fatıma’yı büyük kılan sadece Hazreti Hasan ve Hüseyin gibi iki güzelin annesi olması değil, kıyamete kadar gelecek olan bütün güzellerin annesi olmasıydı.
Allah neredeyse haccın bütün mekanlarını, yollarını ve şartlarını geçmişteki yüce ve soylu kadınların kahramanlıklarına bağlamış. İnsanoğlunun ilk annesi olan Hazreti Havva, cennetten sürgün yiyor. Yılmıyor, çitler, çadırlar kuruyor. ‘Allah’ım beni cennetinden sürgün ettin rahmetinden etme!’ diyor. İnsanoğluna cennete giden yolu açıyor. Sonra ellerini açıyor: ‘Ey Rabbim! Havva kulunu ister sürgün et, ister kov, gönder bahçenden ama beni senden sürgün etme! Cennetinden düşürdün, gözünden düşürme! Beni Âdem’le buluştur, ben onsuz ne yaparım bu ıssız çöllerde…’
Arafat bugün bir ana kucağı gibi sarıyor bizi… Ve Arafat olmadan hac olmuyor. Havva annemizin durduğu o yerde durmadan, af dilediği yerde af dilemeden hac olmuyor. Milyonlar bugün bir kadının durduğu yerde duruyor. Hazreti Hacer, Allah’ın evindeki tek kadın. Ateşlerde yürüyen, evladını kurban etmekle imtihan olan bir peygamberin eşi. Kabe’nin dibinde sessizce yatan Hazreti Hacer, çöller içinde kentler kurmayı başarıyor. Çölleri kentlere çeviriyor. Bugün kâinatın merkezi olan Kâbe, Allah’ın evi, Hazreti Hacer anamızın şefkati üzerinde taş taş duvar yükseliyor.
Safa-Merve bir annenin şefkatle, hicranla koşturmalarının ayak izleridir. Nice büyük imtihanları başarı ile vermiş olan Hazreti İbrahim bir gün oğlu İsmail’e; “Oğlum Rabbimiz kendine bir ev yapmamızı istedi” diyor. “Babacığım! Allah’ın evini nereye yapacağız? “Oğlum Allah evini annenin başucuna yapmamızı istedi” Baba-oğul Kâbe’yi Hazreti Hacer’in başucuna dikiyorlar. Hiç kimse, peygamberler bile mescitte gömülmez. Allah kendi evinin bitişiğinde Afrikalı bir kadına yer veriyor. Bütün hac neredeyse Hacer’in anısına bağlanmıştır. Herkes onun ayak izlerinde yürüyor. Allah’ın vefasına bakın ki, Hacer’in yürüyüşünü, bütün müminlerin yürüyüşü kılıyor. Onca yalnızlığına ve garipliğine rağmen Kâbe’nin hariminde yatan tek kadın oluyor. Allah, onun gurbetini, onun yalnızlığını öyle gideriyor ki her an binlerce insan etrafında pervane dönüyor.
Hazreti Asiye, bir kadının arzulayabileceği her şeyi bulabildiği Firavun sarayında yaşıyordu. Fakat imanı sayesinde bütün bunları ayakları altına alıyor. Hâlbuki kadın toplumun baskısı karşısında daha duyarlıdır ve daha çok etkilenir. Önüne dünyanın bütün nimetleri serilmesine rağmen o, yalnızca “cennette bir ev”e talip oluyor. Kalbinin kahramanlığı ile kıyamete kadar gelecek kadınlara örnek oluyor. Kocasının Firavun olması, sarayda lüks içinde yaşaması ona cennet yolunda engel teşkil etmiyor.
Hazreti Meryem sadece Hazreti İsa’nın annesi olmuyor. Yeni bir doğuşun yeni bir miladın annesi oluyor. Zekeriya Mihrab’ı onun aşk ocağıdır. Orada pişiyor, orada yanıyor. Mihrabın bacaları tütmüyor, yemek pişmiyor, yanan onun yüreğidir, pişen Hazreti Meryem’dir. Medeniyetler, batış ve düşüş anlarında, bir mihrap ve bir ışık korudukları sürece umut ölmez. Diriliş her zaman beklenebilir. Zekeriyalar ve Meryemler olduğu sürece Yahyalar ve İsalar her zaman gelebilir.
Üstad Karakoç’un muhteşem ifadeleriyle, “Kültür ve medeniyetlerin dirilişi, yoksul evlerin Rahmanî mumunun ışığında yetişen kahramanların sabrı ve sessizliği ile gerçekleşebilir...” Gurbet anneleri kürsüde konuşan hatibi derin bir sükûn içinde dinliyordu. Tarihin akışını değiştiren dünün ve günümüzün anneleri bir birlerine bakıyorlardı sanki.
Program bittiğinde salonu ağır bir gül kokusu sarmıştı. Gül kokuları arasında ayrıldık salondan. Eve dönerken arabayı kullanan arkadaşımız bir ara güzergahı değiştirdi. “Size bir yer göstereceğim.” dedi. Arabadan inerek dar bir yoldan birkaç dakika yürüdük. Yürüdüğümüz yolun sonu uçsuz bucaksız bir parka açıldı. Parkın kıyısından uzayıp giden hıyaban yolun iki yanına sıralanmış ağaçlar bembeyaz açmış çiçekleri ile muhteşem bir manzara oluşturmuşlardı. Sanki binlerce gelin, sağlı sollu sıralanmışlar yoldan geçenleri bahar kokulu tebessüm yağmurlarıyla yıkıyorlardı. Ellerine aldıkları gelinlikleri ile gurbetin yollarına düşen koca yürekli gurbet gelinleri gibiydiler.
22 May 2022 13:43
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.