Ağustosun ortasından itibaren yaz, bilhassa geceleri bazı mevzilerini kaptırsa da sabah olunca güneşi de arkasına alarak yeniden kaybettiği mevzileri geri alıyordu. Eylülden itibaren geceleri kaybettiği yerleri geri alamadığı gibi gündüzleri de ağır kayıplar vermeye başladı.
Mevsimlerin bu sessiz sedasız devir teslim merasimi bize yeni ufuklar açıyor.
Biz de üstümüzü başımızı biraz daha kavi hale getirerek yine azimle yollara düşüyoruz.
Serin bir kuzey akşamında ev sahibi Kemal Bey daha bizi karşısında görür görmez bana, “Sizinle ilkin Narin’de karşılaşmıştık.” diyor.
Hayalim birden yıllar öncesine gidiyor.
Taze karlar yağıyordu ovaya, obaya, dağlara.
Tanrı Dağları gecenin koynunda vahşi bir hayalet gibi heybetinin beyazlığında süzülüyordu.
Dağın eteklerine kurulu Narin şehri yalnızlığa gömülmüş, sessizliğine sığınmıştı.
Koyu bir sis sarmıştı her yanı.
Rüzgâr, gecenin bağrını en sert yumruklarıyla dövüyordu.
Dünyanın pek çok yerine yolculuk yapmıştım ama Narin seyahati unutulmayanlar defterine kaydolmuştu.
Bir avuç fedakâr öğretmenin kara-kışa meydan okuyarak yaptıkları hizmet hayatımda yeni ufuklar açmıştı.
Kemal Bey Meriç’ten geçerek gelmiş bu kuzey ülkesine. Daha kırkında bir delikanlı.
Bu koca yürekli insan, devletin vahşi yüzüyle daha on yaşında iken tanışmış.
Devlet, ailesinden bazılarının korucu olmasını istemiş.
Kabul etmemişler.
“Neden?” diyoruz.
“Korucular mayın eşeği gibi operasyonlara sürülüyordu.” diyor.
“Bir sabah uyandığımda askerler panzerlerle köye girdiler.
Hem babamın hem de annemin ailesine, köyden hemen çıkın.” dediler.
Hiçbir eşya almamıza izin vermediler.
Evler, bağlar, bahçeler, tarlalar, hatıralar hepsi geride kaldı. Meçhule yolculuk başladı. O gün bugün anamın gözyaşları hiç dinmedi.
Mersin’e yerleştik.
Annem-babam otuz yıldır hala köyümüze gidemiyorlar. Yasak olduğundan değil. O günleri yeniden yaşamamak için.
O yıllarda koruculuğu kabul etmeyen köyleri yakıp yıkıyorlardı. Erkeklere işkence ediyorlar, köyleri ateşe veriyorlardı. Cehenneme dönüyordu köyler. Kadınlar, kızlar, koyunlar kuzular, ağaçlar hep birden ağlaşıyordu.
Askerler, panzerlerle köye girerken, erkekler başka köylere, dağlara kaçıyordu.
Kaçamayanlar, kadın elbiseleri giyerek kadınların arasına karışmak zorunda kalıyordu.
1993’te bir milyondan fazla insan göç etti köylerinden.
Elinde avucunda üç beş-kuruşu olanlar otobüslerle, olmayanlar kamyon kasalarında çoluk çocuk Batı şehirlerine göçtüler. Gittikleri yerlerde de devlet onları rahat bırakmadı. Başını sokacak bir ev bulabilenlere bu defa da konu-komşu terörist gözüyle bakmaya başladı.
Mersin’de babam beni imam-hatip okuluna yazdırdı.
O günlerde Hizmet’le tanıştım.
Eğer Hizmet olmasaydı ben ya Hizbullahçı ya da PKK’lı olurdum.
99’da imam-hatip lisesinden mezun oldum.
28 Şubat fırtınasının sert estiği günlerdi.
Bu defa da puanlarımızı düşürerek bizim üniversiteye girmemizi engellediler. Başörtülü olanları ise kapıdan içeri sokmadılar.
Hizmet’teki öğretmenlerim beni Bosna- Hersek’e gönderdiler. Orada pedagoji okudum.
Sonra “Kırgızistan’da öğretmen ihtiyacı var.” dediler.
Çin sınırında bir şehir olan Tanrı Dağları’nın eteklerindeki Narin’de çalışırken bir Kırgız olan eşimle evlendim.
Dört kardeş dördümüz de art arda KHK ile ihraç olduk.
Bir özel okulda göreve başladım.
Bir sabah erkenden kapı çaldı.
“Polis, aç kapıyı!”
22 yıl sonra devletin vahşi yüzü yine karşımdaydı. Beni derdest edip eşimin ve küçücük oğlumun gözleri önünde alıp götürdüler. Dokuz gün nezarette kaldım. Dokuz gün sonra serbest bıraktılar ama çalıştığım okul duydu.
“Seninle çalışamayız.” dediler.
İstanbul’a taşındık. Özel bir kolejde çalışmaya başladım. 2017’nin son günleri idi. Sabah 06.30’da evden çıktım. İstanbul buz kesiyordu. Okula yeni girmiştim ki telefonum çaldı.
Arayan eşimdi.
“Canım eve gelebilir misin, tebligat var.”
Sesi rüzgâr yemiş dal gibi titriyordu. Eşim Kırgız’dı, tebligat nedir bilmezdi.
Polislerin evde olduğunu anladım.
Ben evden çıktıktan on dakika sonra evi basmışlar.
Okulun koridorunda solcu bir öğretmenle karşılaştım. “Kaç, polisler okula geldi. Seni arıyorlar.” dedi.
Kaçtım, belediye otobüsüne bindim.
Telefonum çaldı.
Arayan polisti,
“Niye kaçıyorsun?”
“Sizden kaçıyorum.” dedim.
Diyarbakır’a bilet aldım. Annem babam oradaydı.
Ev sahibi zaten olayı duyunca “Evi hemen boşaltın.” demiş.
Eşime, “Evdeki bütün eşyaları sat-sav, İzmir’e git.” dedim. Ağabeyim ve yengem oradaydı.
Birkaç gün Diyarbakır’da kaldım. Canım rahat etmedi.
İzmir’e gittim.
Gaybubet günleri başladı.
Her gece güneş doğduktan sonra yatıyordum. Uykuda yakalanmak istemiyordum.
Bir sabah yine kapı çaldı.
“Aç kapıyı, polis!”
Devletin vahşi yüzü ile karşılaşmamak için pencereden atladım. Arka sokağı tutmuşlar.
13-14 polis uzun namlulu silahları üzerime doğrulttular. O an köyüm aklıma geldi.
Askerlerin “Köyü terk edin!” sözü kulaklarımda uğuldadı, başım döndü.
Ters kelepçe yaparak arabaya bindirdiler. Evimize getirdiler. Evi perişan etmişler. Eşim bir köşede ağlıyordu. Küçücük oğlum daha bu yaşta üç kere operasyon görmüştü.
Evde 2000 lira para vardı onu bile aldılar. Eşimle, oğlumla vedalaştım.
Birkaç gün nezaretten sonra hâkim karşısına çıkarıldım.
Sırtlarındaki sırmalı cübbelerle yüksek kürsülere kurulmuş hâkimlere sordum.
“Siz, benden ne istiyorsunuz?”
Hâkim şaşırdı.
“Evet hâkim bey! Gerçekten soruyorum siz bizden ne istiyorsunuz?”
Daha on yaşımda köyümüzü, ekinlerimizi, bağlarımızı, bahçelerimizi, tarlalarımızı, hatıralarımızı elimizden aldınız. Annemin gözyaşları o gün bugün dinmedi.
Özel bir okulda çalışırken derdest edip buraya getirdiniz.
Gerçekten bizden ne istiyorsunuz?”
Görkemli kürsülerde oturan hakimlerin suratına kırbaç gibi inen bu sözler, bütün bir mazlumların çığlığı idi.
“Bu ülkeden ve bu ülke insanından ne istiyorsunuz.” diyordu bu ses.
“Biz bu ülke insanı olarak üzerimize giydirilen ve adına “izm” denilen deli gömleklerinden çok çektik. Kemalizm, laisizm, sekülerizm sözcüklerine sığınarak, ülkenin en saygın, en sevilen din adamlarını istiklal mahkemelerinde idam ettiniz. Ülke evlatlarının tertemiz yüreklerine dinsizlik tohumları ektiniz. Bediüzzaman, Süleyman Hilmi Tunahan gibi hayatta kalmayı mucize eseri başarabilen insanları bir cani gibi memleket memleket sürdünüz, hapislerde çürüttünüz, canlarından bezdirdiniz. “Dinim bana intiharı yasak etmeseydi Said şimdiye kadar çoktan toprak olmuştu” sözü aslında her şeyi anlatmaya yetiyordu.
Fethullah Gülen Hocaefendi sürgünlerde yaşlandı.
1960’ ta ülkenin başbakanını astınız. Ülkenin evlatlarını sağcı-solcu diye birbirine düşman ettiniz. Üniversiteler savaş alanına döndü. 1971’de muhtıra verip meşru hükümeti devirdiniz. Bu defada koskoca ülkeye sığmayan vatan evlatlarını daracık hücrelere sığdırdınız, işkenceler altında inlettiniz. Ömrünün baharındaki nice gençleri idam ettiniz. Körpe dalları kırdınız.
Yetmedi.
70’li yılların sonlarına doğru her on yılda bir tekrarlanan oyun yine sahneye konuldu. Bırakın üniversite gençliğini, gençliği kardeş kılacak öğretmenler, güvenliği sağlayacak polisler bile kamplara bölündü. Ülke her an patlamaya hazır bir volkan haline geldi. Anadolu kardeş kavgası ile bitkin ve yorgundu.
1980’de yine darbe yaptınız. Türkiye'de 1980 askerî müdahalesiyle gizlenen anarşi, çok geçmeden Güneydoğu bölgemizde PKK terörü olarak daha şiddetli bir şekilde ortaya çıktı.
Bu terörün Türkiye'ye maliyeti maalesef çok korkunç oldu. On bine yakın asker ve polis, bir o kadar sivil can verdi. Devlet milyarlarca dolar harcadı.
Bir insan çıktı, kollarını makas gibi açarak, “Durun ey kalabalıklar, bu yol çıkmaz sokak!” dedi.
Toplumun, laik- anti laik, Kürt -Türk, Sünni- Alevi gibi kamplara ayrıldığı, ülkenin parçalanmış bir kristal haline geldiği o günlerde yeniden bir sevgi ve hoşgörü toplumu oluşturma yolunda devrim niteliğinde adımlar attı.
Sevgiden bir ışık yaktı. Ruhani reisler, aydınlar, yazarlar, işadamları o ışığa koştu.
Birbirine silah çeken eller kardeşlikte kenetlendi.
Tam, mahalleler birbirine gidip gelmeye, insanlar kardeş olmaya başladı derken bu defa da 28 Şubat fırtınası estirmeye başladınız. Başörtülüleri üniversiteye almadınız. Şimdi ise daha beterini yapıyorsunuz, baş örtülüleri hapislere tıktınız.
“Sahi siz kimsiniz?”
“Bu ülkenin evlatlarından ne istiyorsunuz.?”
Yüzbinlerce KHK mağduru var. Bir nesil hapislerde çürüyor.
Dışarıdakilere iş verilmiyor.
Birbirine yardım etmeleri, birbirinin yaralarını sarmaları, gözyaşlarını silmeleri yasak.
“Bırakın, bu ülkeden gidelim.” diyoruz, o da yasak.
Sahi siz kimsiniz ve bu ülkenin evlatlarından ne istiyorsunuz?
02 Eki 2022 11:18
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.