Onu ilkin Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’nde görmüştüm. “Adım Halim… Halim Yılmaz” dedi. Tıp Fakültesi’ni yeni bitirmişti. İhtisas yapıyordu. Boyu uzun, fiziği düzgün bir gençti. Saçları kestane rengiydi. Gözleri uçsuz bucaksız bir Akdeniz’di. Bahçelere bahar getiren bir gülümsemesi vardı. İyi hekimliğe örnek gösterilen modern tıbbın kurucularından Dr. William Osler’in ünlü bir sözü var: “Hastayı dikkatle dinlerseniz, size teşhisini söyleyecektir.” Doktor Halim iyi bir hekimdi. Şefkatliydi. Hastalarının acılarını yüreğinde hissedilebilen bir insandı. Hastalarının acıları, güzel yüzüne ve gözlerinin derinliklerine yansıyordu. İbadetine çok dikkatliydi. Öyle bir namaz kılışı vardı ki, sanki gönlünde baharlar çağlıyordu. 1980’li yıllarda Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’nde genç bir doktorun namaz kılıyor olması mucize gibi bir şeydi. Bu genç doktor, namazı bu denli güzel kılmayı kimden öğrenmişti? İbadetine aşk derecesinde düşkün bu delikanlıyı bu üniversiteye nasıl almışlardı? Doğrusu şaşılacak bir şeydi. O günlerde bütün bunları onunla konuşma imkânım olmadı. Sonra ben Antalya’dan ayrıldım. Uzun yıllar bir daha görüşemedik. Bir gün Uşak’ın gönül dostlarından Ömer Yeşil Bey aradı. “Seni birisiyle görüştüreceğim” dedi. Az sonra Doktor Halim ekranda göründü. O kestane rengi saçları gitmiş. Başının ön kısmında, bir orman yangınından sonra geriye kalan yanık dallar gibi seyrek birkaç saç kalmıştı. Gözleri daha derinleşmişti, gülümsemesi ise aynen duruyordu. Elbette herkese yakışır ama doktorlara gülümsemek daha da yakışıyor. Onların gülümsemesi hastalarına ilaç gibi geliyor. Anam, “Oğlum beni asık suratlı doktorlara götürme!” derdi. “Onlar bana iyi gelmiyor.” Bir yaz akşamında Doktor Halim’le bir saatten fazla konuştuk. “Ben fakir bir aile çocuğuydum,’’ diye başladı bil cümle hikayesini anlatmaya; Antalya’nın varoş semtindeki bir evde doğmuşum. Evimiz 25 metrekare kadardı. Üst üste konularak briketlerle oluşturulan bir gecekonduydu. Tavanı kontrplaktı. Kışları çok soğuk olurdu, yazları ise Antalya’nın sıcağında saunaya dönerdi. Babam ve annem namazını kılardı. Bana da “Namazını kılsan iyi olur” derlerdi ama işte o kadar. Namazı neden kılmam gerektiğine dair herhangi bir açıklama yapmazlardı. Gültekin Sarıgül dayım, beni Nazım Amca denen yaşlı birinin evine götürürdü. Burası basit bir toprak evdi. Önünde bakımsız bir avlusu vardı. Evin içi boydan boya yeşil bir halıfleks döşeliydi. Oturulacak yerler suntadan yapılmış, ters çevrilmiş tabut gibi bir şeydi. Verilirse bir bardak çay verilirdi, o kadar. Gültekin dayım ders yapar, birkaç genç dinlerdi. Ben oraya gitmek istemezdim ama Gültekin dayım zorlardı. Gece geç vakit eve dönerdim, mezarlıktan geçerken korkardım. İlk okulu 3. sınıfa kadar mahallemizdeki okulda okudum. 3. sınıfa geçtiğimde babam beni Gazi Mustafa Kemal İlkokuluna götürdü. Kaliteli, bir okuldu, orada okumamı istedi. Müdür beni almak istemedi. Babam ısrar etti. “Bu çocuk seni mahcup etmez.” dedi. Ben orada çok zorluk çektim. Diğer öğrencilerle aramızda kültür farkı vardı. Sınıfın hemen hepsi kimi doktor çocuğu, kimi asker çocuğu, kimi de varlıklı iş adamlarının çocuklarıydı. Öğretmen bilirdi beni. Kızılay zarflarına para konacağı zaman, “Sen koyma” derdi. Fakir aile çocuğu olduğumu biliyordu. Bunlar bana çok dokunurdu. O sene sınıf birincisi olmam bile bendeki o varoş çocuğu olmanın kompleksini kapatmaya yetmedi. Liseden mezun olduğum yıl, İstanbul Tıp Fakültesi’ni kazandım. Gültekin dayım beni on- on beş kişinin kaldığı bir öğrenci evine götürdü. Orası kalınacak gibi değildi. Çok kalabalıktı. İstanbul’da ağabeyim vardı. Onun yanında kalmaya başladım. Ben tıp okurken 12 Eylül darbesi oldu. Darbe hükümeti mecburi hizmet çıkardı. Bekar erkeklerin mecburi hizmeti mutlaka doğuda bir kasaba ya da köy olurdu. İşte ahırdan bozma bir yer: Beyaz bir badana, bir bayrak… Duvarın alnına da “Sağlık Ocağı” yazan bir levha… Mezun olunca kuralara katıldım. Kesin doğuda bir köy diye beklerken, kurada Uşak Elektrik Kurumu çıktı. İnanamadım. Müdürü aradım. O da inanamadı. “Bizim bir doktor talebimiz yok,” dedi. Neyse, Uşak’a gittim. O yıllarda Uşak küçük bir şehirdi. Elektrik Kurumu’nda bir atölyeyi boşalttılar. Orayı revir yaptık. Bir ev kiraladım. Boya işlerinden anlayan Osman diye birine, “Ben memlekete gidiyorum, birkaç güne gelirim, burayı güzelce bir boyayıver.” dedim. “Tamam Doktor Bey” dedi. Birkaç gün sonra babam ve annemle birlikte döndük. Babam “Oğlum, bu evde kalınmaz, her taraf boya kokuyor.” dedi. “Gültekin dayın Hafız Yılmaz diye birinden bahsetmişti. Haydi ona bir gidelim.” dedi. Hafız Yılmaz, halim selim bir insandı. Giyimi kuşamı, konuşmasıyla tam bir Osmanlı beyefendisiydi. Bizi bir yurda götürdü. Yurt müdürü Ali Tüzün Bey bizi karşıladı. Yurt daha İnşaat halindeydi. İkinci katın en sonundaki bir odaya beni yerleştirdiler. Hafız Yılmaz, “Doktor Bey evladım!” dedi, “Bu oda senin, bizim de böyle bir yurt doktoruna ihtiyacımız vardı.” Burası küçük bir odaydı ama güzeldi. Anne ve babam rahatladılar. Annem çok sevindi. Ben hem o odada kalıyorum hem de işime gidip geliyordum. Hasta olan çocuklarla da ilgileniyordum. Ömer ağabeyle köylere Hizmete gidiyorduk. “Bu bizim doktorumuz” diyordu. Çok mutluydum. Günde beş vakit yurtta cemaatle namaz kılınıyordu. Ben kılmıyordum. Kimse de bana ‘’Namaz kıl’’ falan demiyordu. Nihayet kış gelip çattı. Uşak’ın kışları çok soğuk olur. Pencereler demir doğrama ve tek camdı. Dışarının soğuğu içerideydi. Kalorifer yoktu. Odayı elektrik sobası ile ısıtmaya çalışıyordum. Bir gün yurt müdürü Ali Bey, “Bir misafirimiz gelecek, senin odada kalabilir mi? dedi. “Olur” dedim. Misafir altmışlı yaşlarda birisiydi. Hafif kırçıl bir sakalı vardı. Daha ilk görüşte son derece zarif bir beyefendi olduğunu anladım. Tanıştık. “Adım Cemaleddin” dedi, Cemaleddin Gürlek… Akyazılı Vakfı’nın müdürlüğünü yapıyorum. 1960 İhtilali’nden sonra ordudan ayrılan subaylardanım. Hocaefendi’den bahsetti. “Hocaefendi çok farklı bir insan” dedi, “Onu gece yarısı yurdun tuvaletlerini temizlerken, günün bir saatinde yurdun önünü yıkarken, kurban bayramlarında, herkesin uyuduğu saatlerde kalkıp onlarca kurbanın kesildiği yurdun bahçesini temizlerken görmek mümkündür. Yurdun yemeğini yemediği gibi, kullandığı abdest ve banyo suyunun bile parasını hesaplayıp öder. Onun bu halleri beni benden aldı. Fransız Koleji mezunu olan eşim Fatma Hanım, ‘’Biz gidelim Dârülaceze'de kalalım. Verdiğimiz diğer evler gibi kaldığımız bu evi de öğrencilere verelim.’’ diyecek kadar bu Hizmet’ten etkilendi.” Emekli bir subay olan Albay Cemaleddin Bey’den neler duyuyordum. Bizim küçük odada sohbet koyulaştı. Bu zarif insanı çok sevdim. Yatacağımız sırada, “Doktorcuğum” dedi, “Ben sabah namazına kalkarım, rahatsız edersem şimdiden özür dilerim.” Öyle anlaşılıyordu ki, benimle ilgili “Doktor namaz kılmıyor” diye bilgilendirilmişti. Sabah ezanları Uşak minarelerine can vermeye başlayınca uyandım. Hava çok soğuktu. Albay usulca kalktı. Ben göz ucuyla yatağımın içinde onu takip ediyordum. Abdest aldı geldi. Nurdan erişilmez bir abide gibi namaza durdu. Yüreği huzur doluydu. Öyle bir âlem içinde ki... Sanki gönlünde her dem taze baharlar büyüyordu. Gözlerini yummuş, ışıklı yağmurlarda yıkanıyordu. Bir ara ‘Acaba ben de kalksam mı? diye düşündüm. Demir doğrama camları döven rüzgârın, aç kurtlar gibi uluyuşundan ürktüm. Bazı anlarda zamanın ne kadar yavaş geçtiğini o seher vakti bütün ruhumda yaşadım. Yorganın altından penceredeki dumanlı aydınlığa bakıyordum. Sanki güneş hiç doğmayacak gibi geliyordu. O vaktin geçmesini, güneşin bir an evvel doğmasını o sabah istediğim kadar hiçbir zaman istemedim. Dışarda fırtınalar kopuyordu. Ben utançtan sırılsıklam olmuştum. Bir an evvel güneş doğsun da şu vakit geçsin istiyordum. ‘Bu böyle olmayacak’’ dedim. Kalktım. Buz gibi suyla titreye titreye abdest aldım. Odaya girdiğimde Albay Cemaleddin Bey dua ediyordu. Tatlı bir gülümsemeyle baktı bana. Namaza durdum. Artık üşümüyordum. Rüzgârın sesini de duymuyordum. Bütün sesler sanki susmuştu. İçimdeki ses konuşmaya başladı O an anladım ki gök kubbenin altında en dokunaklı, en içli ve en etkili ses, insan sesidir. İnsanın kendi sesi… Secdeye vardığımda, seccadenin sıcak busesini, güzel ve geniş alnımda hissedince daha fazla dayanamadım, saldım kendimi. İçimdeki bütün yükler bir anda hafifledi. Bu, sadece bir namaz değildi. Acı tatlı nice hatıralarla dolu hayatımda, o sabah namazı kadar bana saadet veren hiçbir şey hatırlamıyorum. Güneş doğarken bende yeni bir sabaha doğdum. Hayatımın en güzel sabahına…
23 Şub 2025 10:46
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.