Işık Süvarileri

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    21 Tem 2024 11:29

    <iframe width="560" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/WXrhY81ExRo?si=KuTK030NS6zscp6k" title="YouTube video player" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture; web-share" referrerpolicy="strict-origin-when-cross-origin" allowfullscreen></iframe>
    İlk yaz günleriydi.
    Uzun zamandan beri görmediğim bir dostum ziyaretime geldi.
    Birkaç gün birlikte olduk. Hasret giderdik.
    Geçmiş günlerden konuştuk, en çok da memleket muhabbeti yaptık.
    Giderken çantasından bir kitap çıkardı.
    Üzerinde “Işık Süvarileri” yazıyordu.
    “Bunu Türkiye’den getirdim.” dedi. “İmzalarsanız sevinirim.” 
    Kitabı elime aldım. Arka kapaktaki,
    “Işık Süvarisi bazan gurbet elde ıssız, ücra bir kasabada bir öğretmen…” diye başlayan yazıyı sonuna kadar okudum.
    ‘‘Ben sana “Bu Sevdanın Bedeli” kitabını imzalayayım. Bu bende kalsın. Bu, memleket kokuyor.”dedim.
    Kabul etti.
    Misafirim gittikten sonra “Işık Süvarileri”ni yeniden elime aldım.
    Öylesine bir sayfayı açtım.
    “Öğretmen Süleyman” yazısı çıktı karşıma.
    Neredeyse yirmi sene önce yazdığım bir yazıyı sanki ilk defa okuyormuşum gibi sonuna kadar duygulanarak okudum.
    Süleyman Öğretmeni ilk gördüğümde henüz otuz yaşlarında bir delikanlıydı. İri yapılı, uzun boylu, dolgun yanaklı, ipek saçlıydı.
    İlk aşkına koşan bir yiğit gibi koşmuştu, Karahanlılar'ın başkentine..
    Omuzları geniş, bakışları zirvelerdeki kayalardan bakan kartalı andırıyordu.
    Derinlerden bakan gözleri kararlıydı.
    Sanki dünyanın kuruluşundan beri hep oralardaydı. 
    O zamanki okulun derme çatma bir görüntüsü vardı. 
    Bugün gibi hatırlıyorum, “Süleyman Öğretmen anlat bakalım buralara nasıl geldin?” diye sorduğumu.
    Önce pek konuşmak istemedi. Israr edince başladı anlatmaya; ‘‘Bu sevdanın bağrında ölmek güzeldir.’’ diyerek düştük yollara.
    İçimize hicret ateşini atan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin duasını almak için yanına gittiğimde; Kırgızistan'a gideceğimi öğrenmiş, beni beklerken buldum kendisini.
    Biraz da geç kalmıştım. Beni görünce; ‘Türkiye'de çalıştığın yeter. Bir insan için ilk yıl alışmadır, ikinci yıl olgunlaşma, üçüncü yıl yaşlanmadır. Gidelim, bir ömür boyu hizmet edelim hicret diyarlarında.’ sözlerini hiç unutamıyorum. 
    Bana bir takım elbise hediye etti.
    Belli ki yollarda dar geçitler vardı.
    Tokmok şehrine ilk geldiğimde bozkır, buğulu yaz sıcaklarında yıkanıyordu.
    Şehir valisi iyi bir insandı.
    Bize birkaç bina gösterdi ama hepsi de oldukça masraf gerektiriyordu. Ben, bu binayı beğendim. Ama o zaman burası da çok kötü durumdaydı.
    Lidiya adında, Rus bir vali yardımcısı vardı. Beni yıldırmak için elinden geleni yapıyordu.
    Bir gün beni odasından bile kovdu.
    Kalbim çok kırılmıştı.
    Çaresizdim.
    ‘Bütün masraflar Türkler tarafından karşılanacaktır.’ diyerek anlaşmayı imzalamak zorunda kaldım.
    Türkiye'den beklenen yardım bir türlü gelmiyordu.
    Günler geçiyor, okulun açılma vakti de yaklaşıyordu.
    Okulda işçilerle birlikte gece gündüz çalışıyordum.
    İnşaat süresince, aylarca altı metrekarelik beton yerde bir battaniyenin üzerinde yattım.
    O yıl, okula 52 öğrenci kayıt yaptırdı.
    Okulun açılışına birkaç gün kalmasına rağmen henüz hiçbir eşyası yoktu.
    12. Okul'un müdiresi iyi bir insandı. Ondan iki sınıflık emanet masa ve sıralar aldım.
    Yemek masasının birisini müdür masası yaptım. Müdür odası, öğretmenler odası, kayıt odası hepsi aynı odaydı.
    17 Ekim 1994 Pazartesi günü, üç öğretmen arkadaşla birlikte okulun açılışını yaptık.
    Kırgız ve Türk bayrakları Tanrı Dağları’nın eteklerinde dalgalanmaya başladı.
    Bayraklarımız, birbirlerine doğru uzanıyor, aralarında durmadan bir şeyler konuşuyorlardı.
    İki ülkenin istiklal marşları, bozkırda özgürce yayıldı, karlı dağların tepelerine tırmandı.
    Öğrenciler, mutlu bir şekilde sınıflarına girdiler. 
    Ömrümün en mutlu anlarını yaşıyordum.
    ‘Bu kış, bahar besteleriyle gelecek.’ diye düşünürken kış, Tanrı Dağları'ndan dev adımlarla üzerimize doğru inmeye başladı. Bozkırda yazdan kalma ne varsa silip süpürdü. Çatılar yağan karla kapandı. Okulun çatısı da akmaya başladı. Yağmur damlalarının insan beynini ne kadar rahatsız ettiğini o zaman anladım.
    Kış boyunca, akmayan bir yer bulabilmek için emanet masanın yeri, değişti durdu.
    Okulda kalorifer ve elektrik sistemi yoktu.
    Umutlarımın iyice tükendiği bir gece, yorgun ve bitkin bir şekilde kendimi yine o battaniyenin üzerine bırakmıştım.
    Öylece uyumuş kalmışım.
    Bir de ne göreyim, Güllerin Efendisi(s.a.v), etrafındaki ışık süvarileri ile okulumuzu ziyarete gelmişler. Gecenin karanlığını delen nurdan bir koridorda yürüyerek okulu geziyorlar.
    Kırgız yardımcım Bakıtcan, önden koşarak kapıları açıyordu.
    Ben, Efendimiz'e (sav) projelerimizi sormak istiyordum ama utancımdan yanına yaklaşamıyordum.
    Hz. Ömer'den (ra)yardım istedim.
    Hz. Ömer (ra) gidip durumu aktarınca Efendimiz (sav)arkasına döndü ve elini ileriye doğru uzatarak ‘Bütün projeleri başlatsınlar,’buyurdu.
    Ama ne ile, hiç paramız yoktu…
    İki gün sonra Vali Bey ansızın okula geldi.
    Sınıflarda öğretmenler ve öğrenciler paltolarla oturuyor, çatıdan sular damlıyordu.
    Türkiye'den gelen öğretmen arkadaşların, alışkın olmadıkları için, elleri soğuktan morarmış simsiyah olmuştu.
    Vali Bey’e çay ikram etmek istedikse de, çay kaşığı ve şekeri olmadığı için ona da muvaffak olamadık. Çok mahcup olmuştuk. Vali Bey çok üzüldü.
    Giderken, ‘Süleyman Bey! Bunlar bizim çocuklarımız. Üşüyor bunlar. Yarın hepsi hasta olur bunların. Hani söz vermiştiniz her şeyi yapacağınıza.’ dediğinde, yer yarılsa yerin dibine geçecektim.
    ‘Bu kadar yapabildik, efendim.’ dedim.
    Aynı gün, valilikten çağrıldığımı söylediler. Okulda telefon bile yoktu. Kısa yoldan valiliğe ulaşmak için tarlalardan, ara yollardan yürüyordum. Hava çok soğuktu. Gözyaşlarım yanaklarımda donuyordu. ‘Kesin okulumuzu kapatacaklar.’ diye ağlıyordum. Valilikte ağlamamak için göz yaşlarımı yollarda döküyordum.
    Vali Bey'in odasına girdiğimde, bir de baktım ki Lidiya Hanım da dahil bütün mülki erkan oradaydı.
    ‘Eyvah! Kesin okulum kapandı.’ diye geçirdim içimden. Yüreğim bir güvercin yüreği gibi inip kalkmaya başladı.
    Göz ucuyla bir saydım, tam 21 kişiydiler.
    Aslanların arasındaki çaresiz ve ürkek bir ceylan gibiydim.
    İlk sözü Lidya Hanım aldı:
    ‘Ben Süleyman Bey’e demiştim ki; siz Kırgızlar'la aynı kökten geliyorsunuz. Gün gelir bizi buralardan kovarsınız.’ 
    O bu sözleri söylerken kalbim duracak gibi oldu.
    ‘Ama beni okula davet ettiler. Biz çok uluslu bir ülkeyiz. Bu okulda farklı milletlerin çocukları okuyor. Okulda kardeşlik havası var. Çocuklar birbirine çok saygılı. Benim oturduğum mahallede bir çocuk bu okulda okuyor. Annesi babası ayrılalı yıllar olmuştu. Çocuk bu okula başladıktan sonra tekrar bir araya gelip birlikte yaşamaya başladılar. Ben yanlış ve önyargılı sözlerimden dolayı Süleyman Bey'den özür diliyorum.’
    Aman Allah'ım! Daha dün odasından beni kovan kadın bu değil miydi? Kim yumuşatmıştı gönlünü, nasıl da erimişti buzlar?
    Lidiya Hanım’ın sözleri, baharla birlikte eriyen karların altındaki suların tatlı şırıltısı gibi doldu odanın içine.
    Ben, derin bir nefes aldım.
    Vali Bey bana dönerek; ‘Ne istiyorsun?’ dedi.
    Çatı, bahçe duvarı, kalorifer, elektrik sistemi… 
    Taleplerim uzayıp gidiyordu.
    Finans müdürüne dönerek bunları not almasını ve ayrıca okulun hesabına da yüklüce bir para aktarılmasını söyledi. 
    Ertesi gün okul şantiyeye döndü.
    O gün bugün buralardayız işte…
    Artık buralar bizim vatanımız oldu.
    Şimdi düşünüyorum da; köyüm Yunus Emre'den ayrılıp, Anadolu'dan Yunus gibi yollara düşerken, ilk defa gözyaşlarına şahit olduğum babamın buruk bakışları aklıma geliyor. Ve yine, o ardı arkası kesilmeyen gözyaşlarını görünce anama söylediğim sözler aklıma geliyor.
    ‘Ağla anam ağla! Ağla ki dünyadaki analar ağlamasın.’’
    Süleyman Öğretmen şimdi Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde.
    Ara sıra görüşüyoruz.
    Onu ilk görüşüm çeyrek asır önceydi. Tanrı Dağları’nın eteklerinde küçük bir kasabada öğretmendi. 
    Şimdi mülteci.
    O ve onun gibi pek çokları şimdilerde ya bir Avrupa ülkesinde ya da bir başka ülkede mülteci durumunda olsalar da; Demir Perde yıkılır yıkılmaz Asya bozkırlarına, Sibirya buzullarına koşan bu ilk “Işık Süvarileri” hakikaten bir destandı. 
    Kim ne derse desin, onlardan geride kalan izler kıyamete kadar hiç silinmeyecek.
    O izleri gören herkes şunu diyecek;
    “Bir gün buralarda muhteşem bir medeniyet yaşanmış.”

    21 Tem 2024 11:29