Kapılar

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    16 Haz 2024 15:09


    “Kapılar var demir sürgülü 
    Kapılar üst üste vuslat örgülü 
    Kapılar var kapılar” 
    Kaç bayramdır gurbetteyim, bilmiyorum.
     Artık saymıyorum.
    Gurbet ruhlarımızda mekân tutuyor.
    Bayram yazımı yazarken merhum Alaaddin Kıdak ağabeyimizin kızı, “Kapılar” şiirinin yazarı Zeyneb Gülşen arıyor.
     Alaaddin Ağabey İzmir’in ilklerindendi. 
    Hocaefendinin İzmir fuarındaki konferanslarının takdim konuşmasını o yapardı.
     Zarif ve kültürlü bir Osmanlı beyefendisiydi.
     Babasının manevi mirasını devralmış olan kızı Zeyneb Gülşen’e “Hangi duygularla yazdın kapılar şiirini?” diyorum.
    Gözleri buğulanıyor, kelimler boğazında düğümleniyor.
    “Hapishanenin demir kapılarının ardında bayram yaşanınca yazılıyor,” diyor. 
    Her çile, her başlangıç, her dönemeç insan için yeni bir kapı oluyor.
    Bu hepimiz için böyle.
    2006 Sonbaharıydı.
     Yaz sessiz sedasız çekip gitmişti.
    İstanbul güze hazırlanıyordu.
    Harbiye’deki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nda otururken telefonum çaldı.
     Arayan bu bayram yine hapiste olan Mehmet Gündem’di;
    “Yeni Şafak’ta Pazar yazıları yazmanı istiyorum.” 
    “Yazı ve ben, nasıl olacak bu iş?” dedim, “üstelik bu yaştan sonra.”
    “Yazarsın.” 
     “Ne yazacağım?” 
    “Yurt dışına ki Türk okullarında görev yapan fedakâr öğretmenleri yaz”
    O günlerde Âdem Tatlı yeni vefat etmişti. 
    İlk yazımın adını “Bir Önden Giden Atlı Âdem Tatlı” koydum.
    O yazıyı güzel insan rahmetli Yusuf Ziya Özkan bir sahur programında canlı yayında okuyunca geniş kitlelere yayıldı. 
    Yazı sevildi.
    O yazı “Önden Giden Atlılar” kitabının da ilk yazısı oldu.
    Kitaba Fethullah Gülen Hocaefendi enfes bir önsöz yazınca kitap da kıvamını buldu.
     Baskısı yüz binleri geçti.
     O kitap benim için yeni bir dünyanın kapısını araladı.
    Yazı dünyasının.
    Şimdi bu gurbet diyarlarında bile karşılaştığım bazı gençler, “ilk okuduğum kitaplardan biri Önden Giden Atlılar’dı, onu okuyunca ruhuma bir hicret ateşi düştü” deyince   yüreğimin yorgun yılkıları birden tırısa kalkıyor.
    Bir gün biz öleceğiz ama yazılar ve kitaplar hep olacak.
    İlk yazım yayınlandıktan bir hafta sonra bayramdı. 
    Ne yazacaktım?
    Tıpkı bu bayram aklıma hiçbir şey gelmediği gibi o günde gelmedi.
    Bu bayram imdadıma değerli bir ağabeyimin kızı Zeyneb Hanım yetiştiği gibi o gün de değerli dostum Remzi Bey yetişti. 
    Kendisi ile Akdeniz Sahillerinde, sahilden yaylalara açılan yollarda on yıla yakın birlikte olmuştuk. Beyefendi bir insandı, zarifti.
    Ben Şark Hizmetine gidince o da Kafkasya’ya gitmişti.
    Yıllar sonra kader bizi İstanbul’da yeniden buluşturmuştu.
    Ramazanın son günlerinin birinde Çamlıca'daki mütevazı evimizde birlikte olduk.
    Güneş, güne ve İstanbul'a vedaya hazırlanırken tabaklar da iftar sofrasına birer ikişer taşınıyordu.
    Sokak lambalarıyla beraber Boğaz'ın gerdanlığı da ışıldamaya başlamıştı bile. 
    Evlerin ilk ışıkları bir bir yandı.
    Galata, Kızkulesi, Süleymaniye ve Fatih birer ışık adacıklarına dönüşüverdi. Derken, Sultanahmet ve Ayasofya da sılada gurbet yaşayan iki kardeş gibi, hem çok yakın hem de çok uzak mabetler olarak birbirlerine haber verircesine ışıklarını yaktılar.
    Bir anda ışık ve bir renk cümbüşü kuşattı İstanbul'u.
    Ve ezanlar yükselmeye başladı minarelerden.
    O iftar soframızda, “gurbette bayramı” sordum kadim dosta. 
    Nemli ve buğulu gözlerle başladı anlatmaya:
    “Yıl 1992. 
    Okul açma düşüncesiyle üç beş arkadaş Kafkaslardayız. Arkadaşlarla birlikte gurbette ilk bayramı idrak edeceğiz. Sevdiklerimiz çok uzaklarda.
     Buruk bir bayram sabahı. Kararsızız, ne yapacağımızı bilemiyoruz.
     Gurbette bayramın en zor yanı, kubbeleri dolduran tekbirler salavatlar duymazsınız. Ne elinizi öpen olur ne de öpülecek el bulunur.
    Anan, baban, eşin, çocukların, sevdiklerin çok uzaklardadır.
    Gurbetteki evimizde iki üç arkadaş öylesine garip garip otururken birden kapımızın zili çalıyor.
    Kapıya koşuyorum.
    Bir de ne göreyim.
    Ellerinde çiçeklerle birkaç öğrencimiz, “Öğretmenim bayramınız kutlu olsun demez mi?”
     Hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor içimden. Zor tutuyorum kendimi.
     Gözlerimin dolduğunu fark ediyor öğrenciler.
    İçeri buyur ediyorum.
    “Nereden aklınıza geldi bu?” diyorum.
    “Öğretmenim annem dedi ki, ‘öğretmenleriniz yeni geldi, kimi kimsesi yoktur, yalnızdırlar, gidin ellerini öpün.”
    Öğrenciler gidince yine yalnız kalıyoruz.
    Kelimenin tam anlamıyla gurbette, garib ve kimsesiziz. Derken, Mohaçkale'ye üç km uzaklıktaki Tarki köyündeki Türk şehitliğine gitmeye karar veriyoruz.
    Köyün sırtını dayadığı dağın doğu cephesi şehitlikti. I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas birliğinden ayrılıp Ermeni çeteleriyle savaşırken şehit düşenler burada yatıyor.
    Şehitlerin ruhları tarafından kuşatılıyoruz.
    Savaştan geriye kalan hasta ve yaralı Türkler de bu köye yerleşmişler. Onun için bu köye Tarki yani Türkler köyü deniyor. Şehitlik oldukça bakımlı ve mezar taşlarında ay yıldız motifleri var. 
    Dönüşte Tarki Dağını yaya iniyoruz. Köy dağın yamacında, tıpkı Bursa Cumalıkızık köyü gibi taş döşeme ve daracık sokakları var.
    Köyün meydanına yaklaşınca sanki sözleşmiş gibi bütün köylü orada karşılıyor bizi. Selamlaşıyoruz. Kumukça konuşuyorlar ama anlaşabiliyoruz. Sonra bizi bir eve davet ediyorlar.
     Anadolu'daki çatal kapı gibi büyükçe bir kapıdan içeri giriyoruz.
    Kapı taş döşeme kocaman bir avluya açılıyor. Arkada kayıt damı odalar var. İki kademeli olan iç avlunun ikinci kademesine büyükçe bir sofra kurmuşlar. 
    Ablalar, teyzeler, nur yüzlü nineler hepsi bizi sofraya buyur ediyorlar. Sanki kırk yıllık bir yakınımızın evindeyiz. Gurbette olduğumuzu çoktan unutuyoruz. Bizi şehitliğe giderken gördüklerini, bir bayram günü gidecek yerimizin olmadığını ve Türkiye'den olduğumuzu tahmin ettiklerini, onun için ecdadımızın kabirlerini ziyarete geldiğimizi ve bizi misafir etmeye karar verdiklerini hep sonradan öğreniyoruz.”
    Zarif insan Remzi Bey, gurbetteki bu ilk bayramın hatıralarını yoğun duygular içinde anlatırken heyecanlanıyor ve göz yaşlarını zor tutuyordu. 
    Sohbet sırasında “ Saadet Asrı” na kadar uzandık. Bir bayram günü arkadaşları oyun oynarken, bir köşede boynu bükük bekleyen çocuğa yaklaşan Yetimler Yetimi (s.a.v)'nin “Sen neden arkadaşlarınla oynamıyorsun” sorusuna,
    “Benim babam yok ki” cevabı karşısında mübarek kalbinin ne kadar perişan olduğunu ve sonra da Bedir şehidinin yetimini, “evladı” olarak “Hane-i Saadet”e götürüşünü, başını okşayışını hatırladık.
    Bugün yine bayram…
    Gelin biz bu bayramda hücrede, hapiste, gaybubette, gurbette, kapılar ardında “buruk bayram” yaşayanları hatırlayalım. 
    Öpecek el bulamayanları, el öpeni olmayanları…
    Kapıların ardında olanları…
    Her türlü tasanın derdin girdiği lakin bir türlü bayramın girmediği evleri…
    Bugün yine bayram…
    Kapılar ardında bekleyenler var.
    Ah o kapılar…
    O kapılar neler fısıldıyor insana neler... 
    O kapıların arkasında neler yaşandı, neler yaşanıyor?
    “Kapılar ardında takılı kalır bin bir umut
    Kapılar ardı beton tabut
    Kapılar ardı gözlerimde sütyaşlarım
    Kapılar ardı bebek bebek ağlayışlarım
    Kapılar “Vakit doldu kapanacak” dendiğinde 
    Kapılar tüm dünyayı toplar benliğinde”
    Hayatımız kapılarla dolu. 
    Ne çok kapılardan geçtik, ne çok kapıyı kapattık, ne çok kapı kapandı yüzümüze.
    Her yolculuk bir kapıyı açmakla başlıyor.
    Her karar anında birkaç kapı çıkıyor karşımıza ve girmek zorunda kalıyoruz birinden.
    Şimdi Kurban kapısındayız.
    Her kapının bir anahtarı vardır.
    Ama asıl olan anahtar değil kapının ardındakilerdir. 
    Hazreti Havva, Hazreti Hacer analarımız gibi kapıyı vurmayı da önünde durmayı da bilmek gerekir.
    Kapıların sahibi O.
    Bir kapıyı kapatınca bin kapıyı açacak olan da O. 
    Bir evladı kurban etme fedakarlığını göze alan babayı Ceddü’l Enbiya kılan, “milletin babası” olma payesine erdiren de O. 
    İsmail’in damarlarındaki teslimiyet kanının şırıltılarıyla bir çınar gibi kıyamete kadar Kabe’yi susuz çölde canlı kılan da O.
    Bitmeyen sancılarımız, kangren olmuş yaralarımız, coğrafyamızda ve ülkemizde tükenmez dertlerimiz olsa da kutsal anların kuşatmasında olduğumuzun farkındayız.
    “Dua, kapıya dokunmaktır. Sonrasına karışmak haddi aşmaktır.” diyor Mevlâna.
    Bu bayramda da nice masum çocuklar, kadınlar, ömrünün baharında delikanlılar, hasta ve yaşlılar bayramı demir kapılar ardında geçirecek. 
    Analar, hapiste ya da gurbetteki evladının kokusuna hasret yaşayacak… 
     Evladının duvarda asılı fotoğrafına dalıp gidecek, elbisesine sarılıp ağlayacak.
    Kim bilir, kaç baba hapiste ya da gurbetteki evladı için gözyaşlarına boğulacak.
    Kim bilir kaç körpe bacımız, hapiste ya da gurbette yahut kara toprağın bağrındaki eşinin fotoğrafını sımsıcak bağrına basıp ağlayacak.
    Kim bilir kaç yetim yavrumuz, babalarıyla bayram yerlerine giden çocukları sokakta görünce, “Keşke” diyecek, iç geçirecek, yutkunacak ve hıçkırıklara boğulacak, “Benim de babam, benim de anam yanımda olsaydı” diyecek.
    Bugün bayram...
    Çocuklar, kadınlar, yaşlılar var kapıların ardında.
    Kapılar var orda kapılar… 
    Çalınması gereken kapılar…
     Açılması gereken kapılar…
     Dokunulması gereken kapılar…
    Nasıl da yürekten söylemiş Zeyneb Gülşen;
    “Kapılar var orda kapılar…
    Kapılar ardında nemli yorgun bakışlar
    Kapılar kapanınca duyulur feryatlar
    Kapılar kapanınca arşa çıkar haykırışlar”

    16 Haz 2024 15:09