Kardelen

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    20 Kas 2022 12:13



    ‘‘Ah gurbet, sen içimde dinmeyen bir sancısın
    Bazen iyisin amma çoğu zaman acısın
    Ey kardelen! Sen bana neden yabancısın
    Çaldım işte kapını, açar mısın kardelen?’’

    Bir sonbahar akşamında Torosların kardeleni Saadeddin Ağabey’in Toronto’daki evinin kapısını çalıyoruz. Her çiçeğin kendince bir hikayesi vardır. Kardelen gibi çoğu hüzünlüdür. Kışın karların altında üşüyen kardelenin en büyük arzusu güneşi görmektir.  Cesurdur, kararlıdır ama bir o kadar da mütevazıdır. Aşkı için başına gelenlere ve geleceklere, başını öne doğru eğerek dergahını beyaz bir saltanata kurmuş bir derviş gibi, “Eyvallah!” demesini bilir.
    Saadeddin ağabey işte o dervişlerden biridir.
    Hava oldukça soğuk. Sonbahar büyük ağaç kitlelerine son darbelerini indiriyor. 
    Yaz boyunca kendine sığınan her bir canlıya kol kanat geren görkemli ağaçlar, sonbaharın sert sillelerinden sığınacak bir yer ararken biz Saadeddin Ağabeyin hatıralarına sığınıyoruz.
    Saadeddin Ağabey her zamanki bebek masumiyetindeki yüzünde asılı duran tebessümüyle karşılıyor bizi. Üzerinde kendine çok güzel yakışan yeşil renkli bir tişört var. 
    Anadolu’yu bir baştan bir başa dolaşan, demir perde yıkılınca Asya bozkırlarına koşan, “hohlaya hohlaya” Sibirya buzullarını eriten, mavi gökler ülkesi Moğolistan’a at süren küheylan oldukça yorgun görünüyor.
    Eski dostları karşısında görünce çok duygulanıyor, gözleri doluyor.
    Sevdiklerinden çok uzaklarda bir hayat yaşıyor olması onu yormuşa benziyor.
    “Zorlu bir ameliyattan yeni çıktım.” diyor.
    “Yaklaşık kırk yıldan beri ağrılar, azgın atlar gibi sırtımda aralıksız tepiniyorlardı. Sadece sırtımı değil bütün bedenimi, bütün ruhumu çivili nalları ile çiğniyorlar, eziyorlardı. 
    1980’li yıllarda geçirdiğim bir kaza neticesi başlayan bel ağrılarım artık dayanılmaz bir hal almıştı.
    Tahtakale’de kamyondan yük boşaltırken elli kiloluk bir batarya kolisi kamyonun üzerinden sağ omzumun üstüne düşmüştü.  O anda bir acı hissetmiş ama önemsememiştim.
    İlerleyen yıllarda yakınlarım tarafından vücudumun sağ tarafında bir eğrilik olduğu söyleniyordu.
    Elbise diktirmek için gittiğim terzi ölçü alırken sağ omzumun düşük olduğunu söylemesine rağmen gene aldırmadım.
    Kırk yıl boyunca ağrılarım artarak devam etti. 
    Önce bir baştan bir başa Anadolu yollarında, Demir Perde yıkıldıktan sonra uçsuz bucaksız Asya bozkırlarında, Sibirya buzullarında, Ortadoğu’da, Uzakdoğu’da geçti ömrüm. Biraz ailemle, kokuları burnumda tüten kızlarımla birlikte olayım derken bu defa da ülkemde o meşum 15 Temmuz olayı patlak verdi ve apar topar buraya gelmek zorunda kaldım. Şimdi geçmişin güzel günleriyle teselli oluyoruz. Tarih bizi yeniden göreve davet ettiğinde Hocaefendi ‘Hacı Kemal’le Orta Asya’yı bir dolaşsınız.’ demişti. O seyahat çok verimli oldu. Üç ay süren yorucu bir yolculuktan sonra Bakü’den İstanbul’a havalanan uçağa bindiğimizde içimiz içimize sığmıyordu. 
    Kışın gözyaşları dinmişti. Gayrı mevsim bahardı. 
    Bozkıra ışık düşmüş, karanlıklar gerinmeye başlamış, ırmaklarda gün dönmüştü.
    Okullarla ilgili yaptığımız iyi niyet anlaşmalarını Hocaefendi’nin önüne koyduğumuzda dünyalar onun oldu. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
    ‘Bütün bunlar Allah’ın lütfu. Siz benim hayallerimi gerçekleştirdiniz.’ dedi.
    Hocaefendi şehirleri hareketi geçirdi. Her bir büyük şehir bir ülkeyi üzerine aldı. Önce tırlar çıktı yola. Masa, sıra, akıllı tahta, bilgisayar, tebeşir taşıyan tırlar….
    Sonra ‘Önden Giden Atlılar’ düştü yollara….
    Fakat benim hayalimde hep Sibirya vardı.
    1992 senesinin ortalarıydı. Hocaefendi’ye ‘Sibirya taraflarını bir dolaşmak istiyorum.’ dedim.
     ‘Çok iyi olur.’ dedi. 
    Fakat Sibirya sevdamı kime açsam
    ‘Sibirya dünyanın en soğuk ve hayat şartlarının en ağır olduğu bir yer. Orada sizler yaşayamazsınız. En iyisi siz bu düşüncenizden vazgeçin.’ diyordu.
     Çok kararlıydım.
     Sibirya sevdam her geçen gün dayanılmaz bir hal alıyordu.
    1993 Şubat’ında Kazakistan’a gitmiştim. Moskova’dan kalkan bir uçağın Almatı’ya uğrayarak Yakutistan’a gideceğini öğrendim.
      Ali Bayram Bey, Ahıska Türklerinden Mihrali adında bir genci yanıma verdi. 
    Bozkırın karanlığına lapa lapa kar yağıyordu. 
    Gece ilerledikçe ayaz da ciğerlerimize sinsice sokuluyordu.
    Üşüyorduk.
    Kış, bahara direniyordu bozkırda. Bozkır rüzgarları Tanrı Dağları’na efeleniyordu.
    ‘Buralar böyle olduğuna göre, ya Sibirya?’ dedim içimden.
    Nihayet Tanrı Dağları’nın eteklerinden kalkan bir uçak Mihrali ile beni de alarak havalandı.
    Uçağımız Sibirya’nın sonu gelmez karanlıklarını perde perde yırtarak ışıklar içinde ilerliyordu.
     Üç buçuk saat sonra Buryat Cumhuriyeti’nin Başşehri Ulan Ude’ye indik.  Böyle bir ülkenin adını ilk kez uçağımızın inişe geçtiği sırada hostesin anonsundan duydum.         
             Uçağın kapısı açılır açılmaz Sibirya’nın soğuğu azgın bir kurt sürüsü gibi daldı içeriye.
    Soğuk bir anda dişlerini ciğerlerime geçirdi.
    Titremeye başladım. Uçağın içinde benim gibi herkes de üşüyor olmalıydı ama hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Uçağın içeri böyle ise ya dışarısı nasıldı?
    ‘Sakın Sibirya’ya gitme!’ diyenlerin haklı olduğunu anladım.
    İnmesi gereken yolcular inmiş, binecekler de binmişti.
    Üç yüz kişilik uçak tıklım tıklım doluydu. Bir tek benim yanı başımdaki koltuk boştu.
     Uçak bir türlü kalkmıyordu. Soğuk beni hırpalıyordu.
    Zangır zangır titrediğimi gören bir hostes az sonra elinde bir battaniye ile geldi. Isınabilmek için battaniyeye sıkı sıkıya sarındım.
    Yakutistan’a okul açmaya gidiyordum ama galiba hedefime ulaşmadan yolda uçağın içinde ölecektim.
    Buralara ilk gelişimdi. Elimde ne bir adres vardı ne de kapısını çalacağım doğru dürüst tanıdık birisi. 
    Üzerimdeki elbiseler Sibirya soğuklarına göre olmadığı için tir tir titriyordum. Hosteslerden uçağın kapısını kapatmalarını birkaç defa rica ettimse de nafile. Bir yolcu bekliyorlarmış. Buralarda uçağın içinde birkaç saat beklendiği, bekleme salonlarında iki, üç gün sabahlandığı nadirattan değildi. Neyse ki, korkulan olmadı, az sonra karların karanlıkların arasından nefes nefese bir kadın uçağa attı kendini ve yanımda boş duran o tek koltuğa yığıldı kaldı.
    Ben de çantamdan küçük Kur’an’ımı çıkarıp okumaya başladım. Biraz sonra kendine gelen kadın hayretle, eski bir tanıdığa bakar gibi bakmaya başladı bana.  Mihrali’ye  ‘Neden bana dikkatle bakıyor? Sorar mısın?’ dedim.
    Meğer kadın, ne okuduğumu merak etmiş. Ben de ‘Kur’an okuyorum.’ deyince, kadının yüzünde bir sevinç dalgası geziniverdi.
    Sonra kadın bilcümle hikâyesini bir bir anlatmaya başladı;
    ‘Adım Emine. Kazan Türklerindenim. Bering Boğazı yakınlarındaki Magadan şehrinde matematik öğretmenliği yapıyorum. Kocam Hristiyan. İki çocuğum var. Babam önceki gün vefat etti. Dindar bir insandı ama ben ne yazık ki dinimle ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Bunu babamın mezarı başında daha bir derinden hissettim. Bir Fatiha bile okuyamadım babama. Bundan dolayı çok üzülüyordum. Şimdi sizi yerde ararken hiç ummadığım bir anda göklerde yanımda bulunca çok şaşırdım. Ne olur babama biraz Kur’an okuyabilir misiniz? Çünkü o Kur’an’ı çok okur, çok severdi.’
    Kadın hem ağlıyor hem konuşuyordu. Çok duygulanmıştım.
    Sibirya semalarında yükselen bu sessiz çığlık, yüreğimi dağlamıştı. Az önce soğuktan titreyen bedenimin alev alev yandığını hissettim. Hem ağlıyor hem de Yasin okuyordum.
    Ben Yasin’i bitirdikten sonra Emine Hanım, ‘Siz buraların insanlarına benzemiyorsunuz? Siz kimsiniz? Ne iş yapıyorsunuz?’ diye peş peşe sorular yöneltti. Aldığı cevaplar karşısında iyiden iyiye meraklandı. ‘Peki, şimdi nereye gidiyorsunuz?’ diye üsteledi. Kadının bu yakın ilgisi karşısında şaşırmıştım. Sözü dolaştırmadan ‘Yakutistan’a okul açmak için gidiyorum. Buralara ilk gelişimiz.’ dedim.
    Kadının artan ilgisi fark edilmeyecek gibi değildi. Şimdi de havaalanında bizi karşılayacak kimse olup olmadığını sordu.
    Yok, dedim.
    ‘Peki şehirde tanıdığınız kimse var mı?’ diye sordu.
    ‘Yok.’ dedim.
    ‘Durun öyleyse.’ dedi. ‘Cumhurbaşkanlığında eğitim işlerinden sorumlu Valentina ile Moskova’da aynı odada tam sekiz yıl çalışmışlığımız var. Ona bir mektup yazayım da, size yardımcı olsun.’ 
    İşte kadın mektubu yazmaya başlamıştı bile.
    Tam üç saat süren bu sırlarla dolu yolculuk Yakutsk Havaalanı’nda noktalandı. Daha uçağın kapısı açılır açılmaz dondurucu bir soğuk kırbaç gibi başımıza gözümüze inmeye başladı 
     Sibirya çok soğuktu. 
    O dondurucu soğukta Kazanlı Emine’nin mektubu ellerimi ısıtıyor, Sibirya’nın bütün anahtarlarını kucağıma döküyordu adeta. Kimdi bu uçağa son anda yetişen kadın? Uçağı gerçekten kaçırmış mıydı? Yoksa benim en ziyade ihtiyaç duyduğum kaderdenk noktasında beni arayıp da bulan bir kardelen muştusu muydu? 
    Bilemedi kimsecikler...
    Bildiğim bir şey varsa o da kardeleneler Sibirya’da yeni bir baharı müjdeliyordu.

    20 Kas 2022 12:13