Küheylanlar Gibi Koşunuz

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    08 Ara 2024 11:05
                           Koşarken tırnaklarıyla kıvılcımlar saçan
                           küheylanlara da yemin ederim ki… (Kur'an:100/2)
    Önden giden atlılar…
    Bir grup adanmışlar topluluğu onlar.
    Geride toz duman bırakarak, geceleri kıvılcımlar saçarak durmadan koşanlar. Kendilerini bütün bir insanlığa adamışlar.
     
    1970’l yılların sonunda Turgutlu’da bir iş adamının evinde toplantı yapan Hocaefendi odanın dolmadığını görünce; “Şimdi bir salonu dolduramıyorsunuz ama bir zaman gelecek, stadyumlara sığmayacaksınız” diyor.
      Daha birkaç sene öncesine kadar ülkemizde çok anlamlı, çok değerli programlar oluyordu.
    Stadyumlara sığmayan Kutlu Doğum ve Türkçe Olimpiyatları gibi programlar başta olmak üzere hepsi güzel, hepsi anlamlıydı. Unutamadığım programlardan biri de hemen bütün illerde yapılan
    ‘’Önden Giden Atlılar” programıydı.
    Birkaç şehirdeki programlara ben de katılmıştım.
    Unutamadığım şehirlerden biri de Elazığ’dı.
    Elâzığ’ın ne kadar tanınmış işadamı ve siması varsa oradaydı. Rengârenk bir korodan İstiklal Marşımızı dinlerken tüylerim diken diken oldu. Siyah, sarı, beyaz, çekik gözlü envai çeşit milletten çocuklar hem Türkçe konuşuyorlar hem de marşımızı bizimle birlikte en içten nağmelerle söylüyorlardı.
    Koşarken çatlayan ve Harpu’un yamaçlarında yatan küheylan Cengiz Demirel'in anne babası da salondaydı.
    Gecenin sonunda ömürlerinin baharında evlatlarını gurbetlere gönderen Anne ve Babalar çıktı sahneye.
     Asıl en büyük fedakârlığın, bu isimsiz kahramanlara ait olduğunu fark ettim. Kim bilir evlatları için ne hayaller kurmuşlardı. En çok ihtiyaç duydukları zamanda, bağırlarına taş basarak uğurlamışlardı evlatlarını, adını bile ilk defa duydukları ülkelere.
    Kimi ABD, kimi Endonezya, kimi Meksika, kimi Afrika kimi de Bakü'den canlı bağlantılarla izlettirilen görüntüler beni hayallerimin ötesine götürdü…
    Gurbet diyarlarından geceye katılanlara selam yolladılar, anne babalarının ellerinden öptüler.
    Gurbetteki evlatları ekranda konuşurken, sahnedeki analar iki göz iki çeşme ağlıyordu.
    Geceyi düzenleyenler çok anlamlı bir güzellik daha yaptılar; her aileye oğlunu temsilen bayrak verdiler ve dediler ki:
    “Evladınızı size hatırlatacak daha kutsal bir şey bulamadık. Kimi karlı dağlarda, kimi kızıl çöllerde nazlı hilâl gibi dalgalanıyor onlar. Mukaddes hilâlimizi en şerefli biçimde temsil ediyorlar. Onları ancak böyle hatırlatabiliriz” diyerek, al bayrağımızı öperek anaların mübarek ellerine bıraktılar.
    Ilk defa böyle toplantıya katılan Bir iş adamı;
     “Yüreğim daraldı, utancımdan yüzüm kızardı” dedi, “Başım öne düştü. Ağlıyorum ama başkalarının ağladığı bu mukaddes tabloya değil, utancımdan ağlıyorum. Çünkü iki ay önce yeğenim evime biraz daha yakın olsun diye bir milletvekilimizden aracı olmasını istemiştim…”
     
    Çok duyulu bir gece oldu.
     
    Geçen gün telefonum çaldı.
    Ekranda tanımadığım biri göründü.
    ‘’Adım Necati” dedi, “Necati Kaçmaz.”
    Alnına dökülen saçları, siyahlarla beyazların savaş alanı gibiydi.
    Beyaz gömleğin üzerine giydiği siyah kazağı beyaz bir mont tamamlıyordu. Gözler bir çift kederli kuyu gibi derinden ve mahzun bakıyordu. Minare şerefesini andıran omuzları, büyük yük taşımak için yaratılmışçasına genişti.
     “Hatırlıyor musunuz,” dedi, “Elâzığ’a Önden Giden Atlılar programına gelmiştiniz de dönüşte havaalanına ben bırakmıştım.
     ‘’O yolculuğu hayal meyal hatırlıyorum,” dedim.
     ‘’Arabanın içinde havaalanına doğru giderken bana duayı eksik yapmışsınız,” demiştiniz.
    “O kadarını hiç hatırlamıyorum” dedim.
     “Şunu bir baştan anlat bakalım, hangi duayı eksik yapmıştınız?” dedim.
     
    1990’lı yılların başıydı...” diye başladı anlatmaya;
    “Bir arkadaşım beni sohbete davet etti.
    Salonda farklı insanlar vardı.  Sohbet; henüz yeni olup çok yerde bulunmayan Video kaseti ile başladı.
         Ekran açıldığında başındaki beyaz takkesi ve sırtındaki kerem rengi cübbesiyle yüzü pırıl pırıl parlayan bir Hocaefendi göründü.
    O güne kadar duymadığım uzunca ve farklı dualarla başladı konuşmasına. Daha ilk dakikalarda bambaşka bir hoca olduğunu fark ettim ve dikkatlice dinlemeye başladım.
     O güne kadar Türkçe’yi bu kadar akıcı bir üslupla konuşan bir hoca görmemiştim.
    Sohbetin konusu günümüze bakan yönüyle hicretti.
         O güzide sahabe efendilerimizin hicretlerini anlattı. Sanki onlarla aynı devirde yaşamış gibi anlatıyordu.
    O günlerde Demirperde yıkılmış, Sovyetler Birliği yeni dağılmıştı.  
     
    Hicretin günümüze kadar olan tarihçesini çok güzel yaşanmış örneklerle anlattı.
    Şu karanlık deniz önüme çıkmasaydı, Allah’ım senin adını daha ötelere götürürdüm diyen Ukbe bin Nafi gibi, gemileri yakan Tarık bin Ziyad gibi serdengeçtileri anlattı.
    Hocaefendi günümüzde hicret nasıl olmalı diye sürdürdü sohbeti;
    “Asya bizim sevdamızdır. On üç yaşımdan beri hep Asya’yı hayal ettim. Onu o kadar çok düşündüm ki, Allah’ın izniyle, zamanla bana açıldı sırrı. Ben durumu Efendimizin (s.a.v) bir müjdesi ve emri olarak algılıyorum.
    Küçük Asya bir yönüyle büyük Asya’ya medyundur. Zira büyük Asya onu besleyip büyütmüş ve Anadolu’ya askerliğe göndermiştir.
    Yıllar önce, Ahmet Yesevi’nin, Şah-ı Nakşibendî’nin talebeleri nasıl Anadolu’ya koşmuşlarsa, şimdi de Anadolu’nun bereketli topraklarından kopan sizler, Büyük Asya topraklarına doğru koşmalısınız… Tarihî bir vefa borcunu ödeme vaktidir…
    Şimdi gitme vakti…
    Gidin ki ırmaklarda gün dönsün…
    Gidin ki ağlayan gözler gülsün…
    Aşık Sümmani’nin dediği gibi diyorum:
    “Ya Rab gönlümü hoş eyle,
    Ya sabır ver ya bağrımı taş eyle,
    Ya kanat ver ya da kuş eyle,
    Tez gitmeliyim dost ilinde talan var.”
    Hicret edeceğiniz yerlere giderken bir daha dönmemek üzere gidin.
    Hayatınızın bu sayfasını burada kapatacak ve tamamen başka bir dünyaya doğmaya adanacaksınız.
     
    O gün bir dua ettim;
    “Allah’ım bizim de çocuklarımızı hicret diyarlarına göndermeyi nasip eyle.”   
     
        Yıllar içinde dualarım bir bir kabul oldu.
    2004 yılında büyük kızım Zeynep, liseyi bitirdikten sonra hem üniversite okumak hem de Türk okullarında belletmenlik yapmak için Endonezya’ya gitti.
    Önden giden atlılar kervanına ailemizden bir kınalı küheylanımız katıldı.
     
     2005 yılında bu defa da kızım Ayşe liseyi bitirince ablaları onu Veysel Karani’nin memleketi Yemen'e gönderdiler.
     O günlerde bir dünya haritası alıp evimizin duvarına astım.
    O haritadan deniz aşırı yerleri seyrediyordum.
    On binlerce gencin gittiği deniz aşırı ülkelerde benim de iki yavrumun olması beni ziyadesi ile mutlu ediyordu.
     Hocaefendi’nin hayalleri benim dualarım kabul oluyordu.
     
     2009 da bu defada oğlum Harun abilerinin tavsiyesi ile Polonya’ya hicret etti.
    Duvardaki Haritada denizaşırı bir yer daha işaretlenmişti.
          2012 yılı baharıydı. Elazığ’da yapılacak olan Güzide Hanım Kolej inşaatının sevk ve idaresi bana verildi.
    Okulun yapımı on bir ay gibi kısa bir sürede tamamlandı ve eğitme başladı.
     Aynı yıl siz o okulun konferans salonunda sohbet ettiniz.
     Konferansın konusu “Önden Giden Atlılar”dı.
    Havaalanına sizi ben götürdüm.
    Yolda biz de üç yavrumuzla önden giden atlılar kervanına katıldık, dualarım kabul oldu dedim.
    ‘’Siz nasıl dua etmiştiniz ki ?’’ dediniz.
    1990’lı yılların başında Hocaefendi’yi ilk dinlediğimde “Allah’ım bizim de çocuklarımızı hicret diyarlarına göndermeyi nasip eyle” demiştim.
     Siz bana “duayı eksik yapmışınız” dediniz.
     “Nasıl yani?” dedim.
     “Duaya kendinizi katmamışınız.”
     
    Ben de “dua edin, biz de gidelim,” dedim.
     İki veya üç ay sonraydı. Bir ağabeyimiz, “senin bu okul inşaatındaki performansın Afrika’larda duyulmuş; seni Senegal’deki okulların yapımı için istiyorlar,” dedi.
     
    2012 yazı başlangıcıydı.
     Lise son sınıfa geçen oğlumuz Muaz’ı yurttaki abilerine teslim ederek biz de eşimle Senegal’e gittik.
    Evimize veda ederken duvardaki hicret haritasına baktım; ailemizden Amerika kıtasında kimse görünmüyordu.
     
    Biz Senegal’de iken oğlum Muaz ’da liseyi bitirdi. Onu da bir ağabeyi Güney Amerika’ya götürdü.
     
    Böylece duamız ve de hicretimiz tamamlanmış oldu.
     Şimdi evlatlarımızın hepsi evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar; her biri bir kıtada hizmet ediyor.”
     
    Bir zamanlar güzel ülkemizde çok anlamlı, çok değerli programlar oluyordu.
    Stadyumlara sığmayan Kutlu Doğum ve Türkçe Olimpiyatları gibi programlar başta olmak üzere hepsi güzel hepsi anlamlıydı. Unutamadığım programlardan biri de Elazığ’da yapılan “Önden Giden Atlılar” programıydı.
     
     Önden giden atlılar…
    Bir grup adanmışlar topluluğuydu onlar.
    Geride toz duman bırakarak, geceleri kıvılcımlar saçarak durmadan koşarlar. Kendilerini bütün bir insanlığa adamışlardır.
     
    Kendi kabirlerinde sessizce yatan Hizmet, Hicret, Himmet, Cömertlik, Adanmışlık gibi nice kelimeler ve kavramlar Hocaefendi’nin sesiyle yeniden dirildi. Bu yüce kavramlarla tezyin edilen kalpler küheylanlara döndüler.
    O şimdi gurbetteki bir kampın bahçesindeki kabrinden seyrediyor küheylanların koşularını.
    Çatlayınca kadar koşan o küheylanın kabrinden şimdi duyabilenler için yer yer bir ses yükseliyor.
    Vefat ettiği günün gecesinde bir kızımızın gördüğü rüyadaki duyduğu o ses;
     “Hiç durmayınız, küheylanlar gibi koşunuz!”
    08 Ara 2024 11:05