Gökte katar katar kuşlar göçüyor. Havaların soğuduğunu onlar da fark ediyor ve sıcak bölgelere gidiyorlar. Özgürlük böyle bir şey. Gönlün nereye konmak istiyorsa oraya gidiyorsun. Kuşları öyle görünce kuşları özgürlüğe kavuşturan adam Bekir Berk düşüyor hatırıma. “Kuşları azad eden adam” hikayesini ilkin, sekiz yıl önce bugün aramızdan ayrılan Cemal Uşşak kardeşimden dinlemiştim. Hayat sürprizleri seviyor, hikâyeler iç içe giriyor, kudretin cilveleri hayret uyandırıyor. Cemal Bey’le uzun yıllar Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda birlikte çalışmıştık. Vakıf, Harbiye Orduevi’nin tam karşısındaydı. Bu mütevazı mekân hemen her kesimden insanın uğrak yeriydi. Vakfın kuruluşuna kadar her kesimin bir mahallesi vardı. Vakıftan sonra mahalleler, birbirine gidip gelmeye başladılar. Vakıfta, Cemal Uşşak, Erkam Tufan, Gürkan Vural, İsmail Tas gibi birbirinden değerli arkadaşlarımızla çalışıyorduk. Cemal Uşşak hepimizin “Cemal Abi”si idi. Her mahallenin barış güvercini gibiydi. Çok değerli bir birikime sahipti. Yüreği gibi sesi de güzeldi. Makamları çok güzel icra eder, kültürel ve siyasi konularda çok değerli analizler yapardı. Semavi dinlerle ilgili engin bir birikime sahipti. Herkes tarafından sevilen seçkin simaların son şahsiyetlerinden biriydi. Sohbetlerine doyum olmazdı. Bir gün mazlumların avukatı Bekir Berk’le Fatih Camii’nde öğle namazı kılıyorlar. Namazdan sonra bir güvercin satıcısının önünde duruyorlar. Bekir Berk, bir gökte özgürce uçan kuşlara bir de kafesteki kuşlara bakıyor. Kafesteki kuşların özgürlük çığlıklarına dayanamıyor. Kuşçuyla pazarlık ederek bütün güvercinleri satın alıyor. Onları bir bir uçuruyor. Bir delikanlı itiraz ediyor: “Beyamca! Sen bu kuşları satın alıp kurtardın, lakin kuşçu bunların hepsini yine toplayıp kafese dolduracak!” “Canım kardeşim!” diyor Bekir Berk, “Benim vazifem onları hürriyetlerine kavuşturmak. Ben daha ötesine muktedir değilim.” “Kuşları özgürlüğe uçuran o adam” o günlerde girdiği davalarda, binlerce mazlumu da özgürlüğüne kavuşturuyordu. 1965'li yıllardı… Aynı anda süren 250 ayrı davanın birinden diğerine koşuyordu. Çemberlitaş’taki mütevazı yazıhanenin duvarına bir harita asmıştı. Haritanın üzerinde rengarenk raptiyeler vardı. Kırmızılar yeni açılan davalar, sarılar süren davalar, yeşiller beraatla bitenlerdi. Türkiye haritasına batırılmış raptiyelerin hemen hepsi o günlerde kırmızı ve sarıydı. Anadolu'nun kalbine saplanmış oklar gibiydi. Uykusuz geçen gecelerle, peynir ekmekle geçiştirilen öğünlerle, birkaç kişiden güçlükle tedarik edilen paralarla, en ucuz otobüs firması olan Gazanfer Bilge' den alınan biletlerle o hep yollardaydı. Tam bir Anadolu alpereniydi. 1965'in yol koşullarında, keçi ve koyunlarla birlikte minibüslerde, tomruk yüklü kamyonlarda yapılan yolculuklar… Otobüs koltuklarında diz üstünde daktilo ile yazılan müdafaalar… Milletin manevi akülerinin boşaltıldığı, düz bir çizgi çizenlerin bile elif yazdın diye tutuklandığı, kışla baharın en amansız meydan muharebelerinin yaşandığı yıllardı. Ne yolları kapayan çığlar ne arabaların tekerlerine sarılıp bırakmayan çamurlar ne de coşkun akan ırmaklar ne de geçit vermeyen dağlar durdurabiliyordu onu. “Dağlar ne kadar yüksek olursa olsun üzerinden geçen bir yol vardır.” derler ya işte o zirvelerin üzerinden geçen rüzgâr kokulu bir yolcuydu. Delik ayakkabılar, ıslak çoraplar, hohlanarak ısıtılan ayaklarla aşıyordu geçit vermeyen dağları… Onun bir çantası vardı… Bir davası… Bir de anası… Annesi “Oğlum ne zaman döneceksin?” diye sorduğunda; “Anne! Sahabelere anneleri; 'Oğlum dönüşün ne zaman?’ diye sorduklarında; 'Anneciğim! İnşaallah ahirette hep birlikte olacağız.’ diye cevap verirlermiş.” diyordu. “Bir vazife var, öyleyse hemen şimdi, derhal!” diyen adamdı o. Sanıkların kim olduğunu bile bilmiyordu. Kim olduğunun ne önemi vardı. Onun bir sevdası vardı: Kuşları özgürlüğe uçurmak. Rüyasında, Rasulullah (sav) tarafından sırtına zırh, başına miğfer konularak ne yapması gerektiği kendisine söylenen adamdı. Onun bir davası vardı… Bir de elinde çantası… Çantanın içerisinde bir dolu müdafaa dosyası… Bir de kefeni… Mehmet Kırkıncı ve Osman Demirci'ye biçtirdiği ve zemzemle yıkadığı kefeni. Dünya ile köprüleri attığının göstergesidi kefeni… İkbal ve servete giden yolları perdeleyen kefeni… Horasan erenlerinin, Anadolu'yu ve Rumeli'yi fetheden alperenlerin kefenleriyle gazaya çıktıklarını biliyordu. Güzeldi… Heybetliydi… İyi giyiniyordu… Davalara abdestsiz girmiyordu. Türk hukuk ve savunma tarihinde onun ayrı bir yeri vardı. Zülfikar kadar keskin ifadeleriyle ve savunmada stratejik zekasıyla, hedefine bir şahin gibi yönelmesiyle muhataplarını şaşkına çeviriyordu. Korku barındırmıyordu bağrında. Tehditler alıyordu. “Bölgemize gelirsen canınla ödersin.” diyorlardı. Hiçbirini umursamıyordu. Onun bir sevdası vardı: Kuşları özgürlüğe uçurmak. Bir gün Amasya'da bir ortaokul talebesi olan Halit Yolcu'yu savunmaya gidiyor. Halit yoksul bir ailenin çocuğudur. Anne-babası korkularından ve yoksulluklarından çocuklarını ziyarete bile gelememişlerdir. Duruşma salonuna getirildiğinde Halit'in perişan hali karşısında Bekir Berk'in gözleri doluyor. Halit'in üzerinde kısa bir pantolon, ayaklarında lastik ayakkabılar vardır. Günlerdir su yüzü görmediği her halinden bellidir. Perişandır. Duruşma beratla bitiyor. Ürkek bir güvercin kalbi gibi titreyen Halit özgürlüğüne kavuşuyor. Bekir Berk, Halid’in elinden tutuyor. “Gel oğlum!”Diyor. Ona ayakkabı alıyor, elbise alıyor. Köyüne kadar götürüyor. Annesi karşısında oğlun görünce öyle bir sarılıyor ki, Bekir Berk’in gözleri doluyor. Küçük Halit'e; “Sen mutlaka okuyup büyük adam olacaksın.” diyor. Halit okuyor ve öğretmen oluyor. Onun bir çantası vardır… Bir davası… Bir de yanından hiç ayırmadığı ilaç torbası… Daha evvel geçirdiği akciğer rahatsızlığı dolayısıyla kendisine yolculuğu yasak eden doktoruna; “Doktor Bey! Yatakta ölmektense müminlerin yardımına koşarken ölmeyi tercih ederim.” diyor. Kan kusarak düşüyordu Anadolu yollarına. Kanserin bütün vücudunu bir ahtapot gibi sardığı günlerde sevgili Cemal Uşşak kardeşim onun yanından hiç ayrılmıyor. İnsanların hikayeleri bazan birbirine ne kadar da benziyor. Cemal Uşşak da yakalandığı kanserden kurtulamadı ve sekiz yıl önce bir yaz günü tam da bugün aramızdan ayrıldı. Bekir Berk, ömrünün son yıllarında Hicaz’da yaşıyordu ve bütün arzusu o kutsal topraklara gömülmek, Kutlu Nebi’nin komşuluğunda kalmaktı. Olmadı. Kendi ülkesinde vefat etti. Ve Kutlu Nebi’nin mihmandarı Eyüp Sultan’a komşu oldu. Cemal Uşşak kardeşimin bütün arzusu ülkesinde ölmekti. Olmadı. “İzin verin geleyim, ülkemde öleyim” talebine; yetkililer “Sakın gelme, tutuklarız. Son nefesini zindanlarda verirsin.” dediler. Gurbetlerde öldü. Yaz bitti, bitiyor... Gündüzleri neyse de geceleri hepten ayaza kesiyor. Rüzgârın sert estiği yağmurlu günlerde kuşlar kondukları yerde fazla eğlenmiyor. Konmaları ile kalkmaları bir oluyor. Yazın sonuna yaklaştığımız bugünlerde gökte katar katar kuşlar göçüyor. Belli ki sıcak ülkelere gidiyorlar. Onlara baktıkça kendini en son gördüğümde, “Ah oğlum niye geldin, benim için kendini neden ateşe attın!” diyen ve dokuz yıl önce bir ağustos sabahında sonsuz ufuklara uçup giden anam düşüyor hatırıma. Sekiz yıl önce bugün gurbet diyarlarında, Osmanlı’nın beyefendi şehzadesi Ömer Faruk Efendi gibi “Ah vatanım!” diye diye nazlı bir sülün gibi Sonsuzluğun Sahibi’ne süzülüp giden Cemal Uşşak kardeşim düşüyor. Ve bir de... “Kuşları özgürlüğe kavuşturan adam” düşüyor.
25 Ağu 2024 10:14
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.