Mahşerde Sizi Allah’a Şikâyet Edebilir miyim?

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    07 Tem 2024 11:46


    Gurbette bir yaz akşamında odamda oturuyorum. Günün son ışıkları penceremde parlıyor. Güneş, rengarenk güzelliğini ve ihtişamını gururla sergilemek istercesine kanatlarını açmış görkemli bir tavus gibi bütün renklerini ufka saçarak guruba hazırlanıyor.
    Kuşlar, kızıl ufuklara doğru kanat çırpıyor. 
    Masamda çalışırken Süreyya Yayınları’nın sitesinde yeni çıkacak kitaplar arasında Mehmet Ali Şengül Hocamızın “Hatıralar Işığında Hayatım” kitabını görüyorum.
    Kapakta bir çerçeve içinde üç yıl önce temmuz sıcaklarında aramızdan ayrılan Mehmet Ali Hocamızın fotoğrafı var.
    Karanlık bir ormanın derinliklerinde yanan bir çift ışık gibi aydınlık gözleri çok derinlerden bakıyor.
    Tolstoy, “Bir insan acı duyuyorsa canlıdır, başkalarının acısını duyuyorsa insandır.” diyor.
    Mehmet Ali Hocamız gerçek bir “insan”dı.
    Hizmet binasının ana kubbesini taşıyan en görkemli sütunlardan biriydi.
    Yiğitti, yürekliydi, yürektendi, vefalı idi, hüzün insanı idi, sinesi güzeldi, siması güzeldi. Yüzü bir gül bahçesi, gözleri uçsuz bucaksız bir okyanustu.
    Dünyada ayak basmadığı ülke kalmadı.
    Hatıralarını baskıya göndermeden önce bir bak diye bana göndermişti.
    Bir solukta okumuştum.
    Hatıraların hepsi birbirinden değerli. 
    Bir gün bir zat yanına gelip özür diliyor. 
     Daha önce hiç görmediği o zata, “Sizi tanımıyorum. Sizinle bir hak hukukumuz olmadı. Niçin özür diliyorsunuz?” diyor.
    Adam, “Ben, görevim gereği olarak, sizi beş yıldır takip ediyorum,”diyor, “Bu beş yılda hangi partiye mensup olduğunuzu bile tespit edemedim. Ama ülkenin geleceği olan talebe ve gençlerle yakından ve çok samimi ilgilendiğinizi tespit ettim. Bir gün kar yağmıştı, hava oldukça soğuktu. Öğle namazını kılıp giden talebelerden biri çıplak ayakla çıktı camiden. Eliyle çamurlu ve ıslak çoraplarını sıkarak giymeye çalışıyordu. Siz sırtına elinizle dokunup bir şey söylediniz. Sesinizi duyamadım ama zannediyorum ‘Bekle burada.’ dediniz. Süratle oradan ayrıldınız. Biraz sonra elinizde bir çift çorap ve ayakkabı ile döndünüz. O talebeye giydirdiniz. Siz gittikten sonra ben değişim sahnesinin yaşandığı yere vardım. O çocuğun bıraktığı ayakkabısının altının olmadığını gördüm. Demek ki çorapla yere basıyormuş. Siz ayakkabı ve çorap vermeseydiniz o ıslak ve çamurlu çorabı tekrar giyip, altı olmayan ayakkabısıyla okuluna gidecek ve kim bilir belki de hasta olacaktı. 
    Bu manzara karşısında oldukça duygulandım ve ben galiba melekleri takip ediyorum diye kendimden utandım. Üstlerime verdiğim raporda ‘Bu insanlardan bu ülkeye zarar gelmez.’ dedim. Ama bir de sizi takip ettiğim, size suizan ettiğim için sizden özür dilemek istedim.” 
    O yüreklere dokunan, insanların acısını duyan bir insandı.
    Allah’a karşı çok saygılıydı.
    Bir keresinde İstanbul’dan Samsun’a gitmek için otobüs firmasına bilet almaya gidiyor.
    Bilet satan görevliye, ‘‘Firmanız nerede istirahat veriyor?” diyor.
    “Niçin soruyorsun?” diyor görevli. 
     “Namaz için.” 
    “Eğer bir saat beklersen hem şoför hem muavin namaz kılıyor. Kendileri hacı. Seni onlarla göndereyim.” 
    “Olur.” 
    Seviniyor, teşekkür ediyor.
    Bir saat sonra gelen otobüse biniyor.
    Hakikaten şoför sakallı bir hacıdır, muavin de öyledir.
    Otobüs Ankara’ya yaklaştığında sabah namazı vakti de çıkmak üzeredir.
    Bekliyor ki şoför duracak beraber namaz kılacağız.
    Herkes derin bir uykudadır.
    Şoförün yanına gidiyor ve “Namazı nerede kılacağız?” diyor.
    Hacı şoför son derece rahat bir şekilde “Ankara’da kılarız.” diyor. 
    “Güneş doğacak.”
    “Doğsun.” 
    Durması için ısrar ediyor ama şoför durmuyor.
    “Beni indir o zaman.” diyor.
    Ona da şoförün vicdanı razı olmuyor. 
    “Hava çok soğuk.” diyor.
     “Olsun,” diyor “ben ineceğim.”.
    Şoför, “Biz hac yolunda bile müftüler fetva verdiği için arabalarda namazımızı kılıyorduk. Sen de koltuğunda kıl.” diyor.
    “Sevgili kardeşim, ben fetva istemiyorum.” diyor “Ben kendim hocayım.”
     “Yolcular razı olmazlar.” diyor şoför.
    “Yahu bak, bunların hepsi ölü gibi uyuyorlar.” diyor. “Namazı, Allah (cc) emrediyor. Onlar izin vermezse namazı kılmayacak mıyız? Ben sana deseydim ‘Afedersiniz, benim tuvalet ihtiyacım var, sıkıştım.’ durmayacak mıydın?” 
    “Duracaktım.”
    “Allah’tan kork! Benim namazımın senin nazarında bir çiş kadar değeri yok mu?”
     Şoför öyle bir fren yapıyor ki, bütün uyuyanlar uyanıyor.
    Mehmet Ali Hocamız namaz için koşturuyor. 
    Şoför ve muavin de namaz peşinden koşuyorlar. 
    Birlikte sabah namazını kılıyorlar.
    Namazdan sonra şoför koluna giriyor ve, “Allah(cc) senden razı olsun,” diyor, “beni beynimden vurdun, tövbe, bir daha namazımı tehir etmem.”
    Bir keresinde, yine bir kış günü bindiği otobüs Dumlupınar’a yaklaştığında gün ağarmaya başlıyor.
    Yollar kar kıştır.
    Yolun her iki tarafında otobüsler yolu tıkadığı için Dumlupınar yokuşunda mahsur kalıyorlar. Ortalık iyice ağarıyor. Sabah namazı vakti çıkmak üzeredir. 
    Öyle soğuktur ki arabanın kaloriferi sonuna kadar çalıştığı ve herkes paltolarıyla oturduğu halde yine de bütün yolcular üşümektedir.
    Fırtına öyle şiddetlidir ki koca otobüsü devirecek gibi sarsmaktadır.
    Abdest için su olmadığından taş ya da bir başka sert bir cisimle buzları kırarak buzun altında akmakta olan suyla abdest alıyor. Bütün bedeni titreyerek fırtınalar altında, karın içinde namazını kılıyor. 
    O, Allah’a karşı çok saygılıydı.
    Bir gün sabah namazı için camiye gittiğinde avluda alacakaranlıkta bir taşın üzerinde oturan, saçı sakalı birbirine karışmış bir genç görüyor. 
    12 Eylül darbesinin ayak seslerinin gittikçe yaklaştığı günlerdir.
    Camilere bile molotof kokteyller atılmaktadır. 
    Bütün ülke, yokuş aşağı inen freni kopmuş tomruk yüklü bir tır gibidir.
    Cemaatten birine “Şu genci takip et, biz namaz kılarken bir zarar vermesin.” diye tembih ediyor.
    Namazdan sonra bir genç yanına geliyor. 
    “Hocam, Mehmet adında bir arkadaşımı meyhaneden alıp buraya getirdim, dışarıda bizi bekliyor.” diyor. 
    O gençleri evine götürüyor.
    Kahvaltı yaptırıyor.
    Meyhaneden geldiği için Mehmet’in kafası yerinde değildir. 
    Bir şeyler anlatmaya çalışırken uykusuz olduğu için Mehmed’in gözleri kapanmaya başlıyor.
    Mehmet’i meyhaneden getiren genç, 
    “Hocam, üç ay evvel ben de Mehmet gibi meyhanedeydim. Bir arkadaşım bana Rabbimi anlattı, yaratılış gayemi hatırlattı. Elhamdülillah üç aydır namazlarıma devam ediyorum. Mehmet çocukluktan beri mahalle arkadaşım. Onun meyhanede kalmasına vicdanım elvermediği için bir hayli zamandır Mehmet’le meşgul oluyorum.
    Dün akşam onunla meyhaneye ben de gittim. O alkol alırken ben ona bizi yaratan, varlıkların en güzeli insan yapan Rabbimi anlatmaya çalıştım ve gönlünü edip size getirdim.” 
    Gençleri uğurlarken nefesini tutarak içki kokan Mehmet’e sarılıyor, “Sana sahip çıkamadığımız için özür diliyorum.” diyor.
    Gençler ayrıldıklarında Mehmet arkadaşına, “Bu hoca ben sarhoşum diye bize kızmadı ve bize sarıldı, ben bu hocayı sevdim.” diyor.
    Bir gün bir salonda sohbet ederken direğin arkasına saklanan bir genç dikkatini çekiyor. 
    Konuşmasını bitirdikten sonra o genci soruyor. 
    “O Mehmet” diyorlar, “Senden utandığı için gizleniyor.” 
    Saç sakal kesilmiş, Mehmet pırıl pırıl bir delikanlı olmuştur.
    “Hocam! Biz meyhanede çürürken siz neredeydiniz?  Mahşerde sizi Allah’a şikâyet edebilir miyim?” diyor Mehmet.
    Bu sözü bir keresinde de Avrupa da bir gençten, bir başka zaman da Amerika’da bir gençten duyuyor.
    Her duyduğunda da beynine bir balyoz yemiş gibi sarsılıyor. 
    O her işi kalbiyle halletmeye çalışan biriydi.
    Neylersin ki her işi kalbiyle halletmeye çalışan insanların kalbi de erken yoruluyor.
    Ahirzaman düşmüş bir sahabe gibi olan Mehmet Ali hocamız üç yıl evvel temmuz sıcaklarında aramızdan ayrıldı.
    Masamda çalışırken Süreyya Yayınları’nın sitesinde onun “Hatıralar Işığında Hayatım” kitabını görüyorum.
    Kapakta bir çerçeve içinde fotoğrafı var.
    Karanlık bir ormanın derinliklerinde yanan bir çift ışık gibi aydınlık gözleri çok derinlerden bakıyor. 
    Gurbette yine gün batıyor.
    Günün son ışıkları pencereme vuruyor. 
    Güneş, rengarenk güzelliğini ve ihtişamını gururla sergilemek istercesine kanatlarını açmış görkemli bir tavus gibi bütün renklerini ufka saçarak guruba hazırlanıyor.
    Kuşlar, kızıl ufuklara doğru kanat çırpıyor. 
    Gün geceye dökülürken dudaklarımdan şu cümleler dökülüyor:
    ‘‘Ey bu fani dünyadan yüreği yorgun giden adam!
    Senin geride bıraktığın “Hatıratın” olamasa bile hatıra olarak o hüzün pınarı gibi çağlayan efsunlu ve efkârlı bakışların yeter.’’

    07 Tem 2024 11:46