Aslında arkadaşlar da sık sık “Çıksanız iyi olur.” diyorlardı.
Rüyanın son ikaz olduğunu hissetti kalbim.
Zaten o günlerde Kudüs’te Kimse Yok Mu Derneği’nin Ortadoğu Koordinatörü idim.
Kudüs’e gittim.
Bir iki ay geçmedi ki orada da çember daralmaya başladı.
İsrail istihbaratı birlikte çalıştığımız yerli personeli çağıyor, sürekli bizimle ilgili bilgi alıyordu.
Bütün bunların Türkiye kaynaklı olduğunu biliyorduk.
Arkadaşlar, ‘‘Bir Avrupa ülkesine geçseniz iyi olur.” dediler.
Doğu’da birlikte çalıştığımız Hacı Murat’ı aradım. “Bekliyorum.” dedi. “Bahaddin Bey de burada.”
Kuzeyin bu güzel ülkesinde Hacı Murat’ın tahsis ettiği bir çatı arasında kalmaya başladık.
Baharın hiç gelmeyeceğini sandığımız İskandinavya’nın bu soğuk ülkesinde nihayet cemre toprağa düşmüş, havalar ısınmaya, buzlar erimeye başlamıştı.
Türkiye ise hiç bahar görmeyen güz gülleri gibi her geçen gün kötüye gidiyordu.
Evimizin bulunduğu Hay Sokağı’na akın akın muhacirler gelmeye başladı.
İlk gelen muhacir; uzun boylu, gül yüzü daima bir hüzün harmanı, vakur, ağırbaşlı, duruşu, oturuşu, kalkışı ile etrafında derin bir saygı uyandıran bir beyefendi olan Yaşar Bey’di. Hayırda hudut tanımayan bir infak kahramanıydı. O verdikçe Allah da ona vermiş. Fabrikalar, çiftlikler birbirini takip etmiş. O kadar varlıklı bir insan olmasına rağmen son derece mütevazı ve saygılı biriydi. Nesi var nesi yoksa bırakıp gelmişti.
Bir orman yangından kaçar gibi kaçıyordu insanlar ülkelerinden.
Bir gün Doğu’nun sarp yollarında birlikte koşturduğumuz Nezir Bey de geldi.
Üzerinde bordo bir ceket vardı. Her zamanki gibi yine güzel giyimi düzgün fiziğini tamamlıyordu.
Kader bizi gurbetlerde buluşturuyordu.
Hacı Murat, muhacirler için yeni odalar yaptı. Büyük salonları küçülttü. Yeni banyo ve tuvaletler inşa etti. Gelen muhacirleri buralara yerleştirdi.
Kısa sürede muhacirlerin sayısı on beş, yirmiyi aştı.
Daha önce buraları yurt edinmiş insanlar yeni muhacirlere kapılarını açtılar.
Hemen her gün bir ensar yeni gelen muhacirleri evine davet ediyordu.
İyilik meleği Zafer ve Fahreddin Beyler muhacirleri yalnız bırakmıyor, her türlü hizmetlerine canla başla koşuyorlardı.
Bazı geceler, eski konağın çatı arasındaki odamızın ahşap pervazlı penceresinden sokağa bakarken ülkesinde her şeyini bırakıp gelmiş bir iş adamını, karanlık sokakta yuvasını şaşırmış siyah bir penguen gibi bir o yana bir bu yana efkârlı efkârlı yürürken görüyordum.
Arada bir sigarasının dumanını gecenin karanlığına savuruşundan tanıyordum onu. Çünkü tek bir kişi sigara içiyordu. Daha önce de içiyor muydu yoksa yeni mi başlamıştı bilmiyorum.
Bazen de sokak lambasının loş ışığı altında, gecenin ayazında üç-beşi bir araya gelmiş, murakabeye dalmış kumrular gibi düşünürlerken görüyordum.
Dün, bebekken Hizmet’e omuz vermiş, vatanın tertemiz evlatlarına sahip çıkmış, beslemiş, büyütmüş bu insanlar şimdi mallarından, mülklerinden, evlatlarından uzak gurbetlerde üşüyordu.
Karanlığa açılan pencereden sesleniyordum;
“Dergâhta çay var!”
Sanki onlar da böyle bir şey bekliyorlarmış gibi hepsi birden geliyordu.
Onlara “Nasılsınız?” diye sorduğumda hemen her zaman cevap belliydi.
“Memleket gibi!”
Ben o çatı arasında anladım bir insanın memleketi gibi olduğunu.
Memleketi mutlu iken mutlu olduğunu, yanarken yandığını, yıkıldığı zaman yıkıldığını...
Bugün “Nasılsın?” diye kime sorsam, “Yıkıldım.” diyor, ‘‘Enkazın altındayım.”
Onların soruları ise hep aynıydı.
Mısır’dan kutsal mabede doğru birlikte yola çıktıkları insanların Hazreti Musa’ya iki de bir “Ey Musa bu yol ne zaman bitecek?” diye sordukları gibi, onlarla ne zaman bir araya gelsek, “Bu süreç ne zaman bitecek?” diyorlardı.
Yürekler yorgun, gözler buğulu idi.
Bir gün Süleyman Dede de geldi. Güzeller güzeli oğlu Cihan Şah yaklaşık iki yıldır Türkiye’de bir hastane odasında kanser tedavisi görüyordu. Başında annesi Fahriye Hanım kalıyordu.
Süleyman Dede günlerini sürekli oğlu ile telefonda görüntülü görüşmekle geçiriyordu. Oğlu için saatlerce dualar ediyor, “Cihan Şah’ım bir gün bile evvabin ve teheccüdünü aksatmadı.” diyordu.
Hepimiz onun durumuna çok üzülüyorduk. Oğlu her geçen gün bir mum gibi eriyordu. Bir baba olarak evladının son anlarında yanında olmayı çok arzu etmesine rağmen ülkesine gidememesi sadece onu değil hepimizi kahrediyordu.
Beton blokların altında kalmış gibi çaresizdik.
Bugün ne zaman sosyal medyada Yusuf Kerim’i görsem, baba hasretiyle bu dünyadan göçüp giden Cihan Şah’ı hatırlıyorum.
Bu süreçte insanları kahreden konulardan biri de son anlarında sevdiklerinin yanında olamamaktı. Herkes hastalıkları, düğünleri, ölümleri gurbetten takip ediyor, uzaklardan katılıyordu.
Hay Sokağı kısa sürede muhacirlerin merkezi haline geldi.
Namazları birlikte kılıyor, namaz sonrası uzun uzun sohbetler ediyorduk. Namaz sonrası duamızı hapiste öğrendiği dualarla Memduh Bey yapıyordu.
Namazlarımızın, secdelerimizin, gecelerimizin, rüyalarımızın içinde hep bizim memleket vardı.
Oralarda, hatıralarımız vardı, özlemlerimiz vardı, sevdiklerimiz vardı.
Bir araya geldiğimizde en çok da memleket konuşuyorduk.
Yani bizi konuşuyorduk. Biz, memlekettik.
Bahaddin Hoca, Nezir Bey ve Hacı Murat’la bir araya geldiğimizde gündem hep Doğu günleri oluyordu.
Bahaddin Hoca, baharın en görkemli müjdecilerinden biri olan Serhat Koleji’nin genel müdürü idi. Yörenin dilini, kültürünü çok iyi biliyordu. Her mahfilde saygı ile karşılanıyor, büyük hürmet görüyordu.
Doğu insanı, bir bahar günü Bitlis’in bereketli topraklarına Selahaddin Eyyubi Koleji’nin temeline kazma vururken; Hakkâri’de de bir başka bina kiralanıp üniversite hazırlık dershanesi oluyordu.
Muş’ta kar, kış demeden bir bina yurda dönüştürülürken, Siirt’te, Batman’da yurtlar, üniversite hazırlık kursları baharı bekleyen çiçekler gibi bir bir açılıyordu.
Hafta sonları oralarda da bir ocak tüttürebilir miyiz diyerek altımızdaki taka arabalarla Bitlis, Batman, Siirt, Muş, Hakkâri, Şırnak gibi çevre illere gidiyorduk. İstiyorduk ki oralarda da bir şeyler olsun.
Batman’da Recep Bey, Siirt’te Hacı Murat, Mersin taraflarına tayini çıktığı halde Doğu’da ihtiyaç var diyerek Muş’ta kalan kahraman Mustafa Öğretmen Doğu’nun ölümün pusu kurduğu sarp yollarında küheylanlar gibi koşturuyorlardı.
O yıllarda daha çok genç, yirmisinde bir delikanlı olmasına rağmen Nezir Bey Doğu’nun en parlak yıldızlarındandı. Cömert bir insandı. Fedakardı.
Kış bastırınca “Çocuklar üşüyorlar. Ne yapalım?” dediğimizde, fuel-oil dolu tankerini hemen yola çıkarırdı.
Bir akşam yine çatı arasındaki ahşap evimizde sohbet ederken Nezir Bey’e, “Türkiye’de o kadar malına mülküne çöktüler. Bütün servetin elinden gitti ama sen gayet mutlu görünüyorsun.” dedim.
“Ben uzatmaları oynayan bir insanım.” dedi. “Dünya malının bir hiç olduğunu, bizim sandıklarımızın aslında bizim olmadığını Erzincan depreminde öğrendim.
Babam ve ağabeyimle bir iş takibi için Erzincan’a gitmiştik. Cuma bir gündü. İşimiz bitmiş olmasına rağmen babam, ‘Urartu Oteli’nden yer ayırtın.’ dedi. ‘Bu akşam, burada kalıyoruz.’
Ağabeyime, ‘Babama söyle de dönelim.’ dedim. ‘Yarın akşam bizim himmet toplantısı var. Benim ona yetişmem lazım.’
Ağabeyim ‘Ben söyleyemem.’ dedi.
Babam otoriter bir insandı. Ona bir şey söylemeye çekinirdik.
İlk defa himmete katılacaktım. Recep Hoca’ya da söz vermiştim. Sanki katılmasam başıma büyük bir musibet gelecekmiş gibi bir his vardı içimde.
Ramazan olduğu için muhtemelen babam da yollarda perişan olmayalım, rahat bir şekilde iftarımızı yapalım, teravihimizi kılalım, sahurda yola çıkarız diye düşünüyordu.
Namaz bitti. Dışarı çıktık. Ben babamın gözlerinin içine bakıyordum.
Babam, ‘Çocuklar, haydin gidiyoruz.’ dedi.
Duamın bu kadar kısa sürede kabul olacağını nereden bilebilirdim ki!
Arabamıza bindik ve yola koyulduk.
Diyarbakır’a vardığımızda gün battı.
Babam ‘Bir lokantaya çekin arabayı da iftarımızı yapalım.’ dedi.
Bir lokantaya girdik.
İftarımızı yaparken televizyondan altyazı geçmeye başladı.
‘Erzincan’da deprem oldu.’
Feryatlar, çığlıklar arşa yükseliyordu. Dev gökdelenlerin devrilmesi korkunçtu.
Yemekler boğazımızda düğümlendi.
Televizyon Urartu Oteli’nin yıkıldığı ve içindeki herkesin öldüğü haberini geçmeye başladı.
O iftar vakti anladım, bizim sandıklarımızın aslında bizim olmadığını.
İçimdeki bütün mülk sevdası silindi.
Ben şehrimizdeki himmet toplantısına yetiştim. Vermeyi düşündüğüm miktarın tam dört katını verdim.
O günden sonra ben verdikçe Allah da bana verdi. Sonra bir harami düzeni geldi bütün malımıza mülkümüze çöktü. Hiç umurumda değil. Onların hepsi helal mülk, bir gün geri dönecek ve biz her şeyi yeniden inşa edeceğiz.
Biz merhametli insanlarız.
Vahşetsiz dünyayı biz kuracağız.
Memleketleri merhamet inşa eder.’’
05 Mar 2023 12:13
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.