Amerika’daki kampın bahçesinde zümrüt yeşili çimenlerin üzerinde Hocaefendi ile oturuyoruz.
Cennetten bir köşe olan bu asude yerde kuşlar, çayır-çimenler, ağaçlar, çiçekler yeni bir baharı selamlıyorlar. Kelebekler heyecan, neşe ve telaşla uçuyorlar.
Rüzgârsız, sıcacık, gökyüzünde tek bulut bile yok. Tıpkı ülkemizdeki o pırıl pırıl gök gibi hafif bir altın sarısı ışığa bürünmüş masmavilik. Her birine bir melek eli değmişçesine rengarenk çiçekler, başlarını hafifçe eğerek sevinçle gülümsüyorlar.
Her taraf huzur her taraf saadet...
Dünyaya yayılan Türk okullarının fedakâr temsilcileri de orada.
Hocaefendi, gözleriyle güneşi içen gençleri uzun uzun süzüyor.
Sonra dudaklarından şu tarihi sözler dökülüyor;
“Afrika’nın hiçbir ormanında bu kadar aslanı bir arada göremezsiniz.”
Hazır mimarları da orada iken Hocaefendi’ye hazırlık safhasındaki “Dünya’ya Yayılan Türk Okulları” kitabından söz ediyorum.
“İlber Ortaylı, Toktamış Ateş ve Eser Karakaş editörlüğünde kırk kadar aydınımız okullarla ilgili izlenimlerini yazacaklar.”
Hocaefendi heyecanlanıyor.
Ak Parti iktidar olsa da 28 Şubat rüzgarları hala devam ediyordu.
“Kimler yazacak?” diyor Hocafendi.
Bülent Ecevit, İlber Ortaylı, Cengiz Aytmatov, Kemal Karpat, Toktamış Ateş, Yılmaz Öztuna, Nevzat Kösoğlu, Mehmet Altan, Ümit Meriç, Mümtaz’er Türköne gibi seçkin simaların da aralarında olduğu otuz kadar ismi tek tek sayıyorum.
“Bunların hepsi kabul ettiler mi?” diyor.
“Ettiler, hatta bazıları yazılarını gönderdiler bile.”
“Gözlerim Boğaz’ın coşkulu sularını izlerken 15 yıldır Türkiye’nin tek global projesinin anaforuna kapılıyorum. Bir zamanlar babalarının eski motosikleti ile köyden kasabaya taşınan çocuklar, şimdilerde Japonya’da biyokimya doktorası yapıyorlar.
Bu mucize bir günde gerçek olmadı.
1990’larda bir avuç iş adamının Batum’a ayak basması ile başlayan “Dünya Türk Okulları Projesi” bütün dünyanın hemen bütün ufuklarını kucaklamış bulunuyor. İçim sevinç doluyor, ecdadın kılıçla sürdürdüğü fetih, Viyana kapılarında durmuştu. Kalemle başlamış olan fetihse artık okyanusların ötesine adım attı. Bu fethe gönlümle, nefesimle, ruhumla ben de katılmak istiyorum.
Pergelimin sivri ucunu Kız Kulesi’nin o zarif kulesine ihtimamla sapladıktan sonra Mevlevî olan ecdadım misali sağ elim İstanbul’un hilallerle dolu seması altında, Hak’tan gelen feyze talip, dolunayı göreceğim yere varmak ümidiyle devrana başlıyorum.
Artık Avrupa’dayız. Belçika’nın Flaman bölgesinde bir öğrenci evinde Türk esnafın verdiği bursla tıp fakültesinde okuyan kızlarımız var. En üst rafta Kuran-ı Kerim, alt raflarda Flamanca anatomi atlasları ve histoloji kitapları duruyor.
Bu mahcup ama kararlı doktor adaylarını görmek yalnız ülkemin değil insanlığın geleceği adına mutluluk veriyor bana.
Genç kızlarımıza belki de Sınır Ötesi Doktorlar grubuna katılarak Kenya’da gözlerine sinekler konan bir zenci çocuğu ölümden kurtaracakları için saygılarımı sunarak Belçika’dan ayrılıyorum.
Hayır merkezden uzaklaşmıyorum aksine Cape Town’da Afrika’nın ve dünyanın karalarının bittiği yerdeki Star Okulu’nun aydınlık sınıfında rastladığım yeşil gözlü, kıvırcık saçlı melez çocuk bana kırık bir Türkçe ile, geçen yaz İstanbul’a gelip hem Ayasofya’yı hem Sultan Ahmed’i gezdiğini anlatıyor. Afrika’nın en sonunda, okyanusların buluştuğu noktada Türkiye’yi bulmak şaşırtıyor beni.
Evet, Türkiye yerel bir projeyi global çerçeveye oturtmuş; hem büyümüş hem yayılmış hem de bir hayli derinleşmiş. Son peygamberin günümüzde nefes alıp veren ashabından bir grubun, 1990’ da Sarp Sınır Kapısı’ndan Batum’a giderek başlattıkları kalemlerle gönülleri ve idrakleri fetih hareketi bugün Büyük Okyanus sınırlarını aşıp her renkten, her dilden on binlerce genç insanı kucaklamış bulunuyor.
Gözlerim Kız Kulesi’nin mavi yeşil sularının kendi eksenleri etrafında hızla dönüşünü takip ederken merkezi bizde olan bu “rahmet anaforunun” Cenab-ı Hakk’ın önce rızasına talip sonra sahip olduğunu hissediyor ve kendini sadece dünyayı değil bütün kâinatı çevre olarak almış olduğunu idrak ederek daim olması için dualar ediyorum.
Hilal güzel ama ben dolunayı seviyorum...”
Hocaefendi yazıyı dikkatle dinliyor.
Çok mutlu olduğu gülen yüzünden belli oluyor.
“Çok güzel yazmış ama sen de yazının hakkını vererek okudun.” diyor.
Türk aydının okullara sahip çıkmasından memnun oluyor.
“Bu kitabı hemen basalım.” diyor.
Cemil Meriç’in tabiri ile yangından kaçar gibi kendi yurdundan, yuvasından, kimliğinden ve kültüründen kaçan Türk aydını nihayet yuvasına, kendi kimliğine dönüyor, bu okullar üzerinden kendinden olana sahip çıkıyordu.
2005 sonbaharında kitap basıldı.
Kitabın en başında Bülent Ecevit’in tespitleri yer alıyordu;
“Osmanlı döneminde Avrupa’nın yaklaşık yarısını, Kuzey Afrika’nın tamamını Ortadoğu’nun ve Kafkasya’nın büyük bir kısmını Osmanlılar yönettiği halde Osmanlı dışında ve bir ölçüde Batı Trakya ve Bulgaristan dışında Türkçe bilinmiyordu.
Bu okullar sayesinde Osmanlının bir ihmali giderilmiş oluyor.”
Büyük tarihçi Kemal Karpat tarihî bir tespitte bulunuyordu;
“Fethullah Hoca başka hiçbir şey yapmamış olsaydı dahî bu okulların kurulmasına öncülük etmesiyle ismini ebedîleşirmiştir. Ne mutlu ona! Bu okulların gerek Türkiye’ye gerekse insanlığa verdiği hizmet benim beklediklerimin çok üstündedir.”
Tarihçi Yılmaz Öztuna, “Devletimizin bu çapta bir teşebbüsü olmamıştır.” tespitiyle başlıyordu yazısına;
“Fethullah Hoca bize dinimizi, Arap ve İran kaynaklarından, dehşetli bir yabancı etkileşimi içindeyken, dedelerimiz Osmanlı Türklerinin anladığı, uyguladığı üslup ve şekilde nakletti, öğretti. Büyük bir kültür bozulmasını önledi.
Ben hem tarihçi hem de Türk milliyetçisi olarak Fethullah Gülen Hoca okullarını böyle görüyorum. Türk milli kültürü nutuk ve palavra ile değil böylesine müsbet hacimli, ufuklu, sürekli, cesur hamlelerle yükselir.”
Süleyman Seyfi Öğün, fedakâr öğretmenler için “Çalıkuşu” benzetmesi yapıyordu;
“Bu kadro Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemlerinde, metruk Anadolu taşrasında insanlara bilgi götüren ve onları geliştirilmiş beceriler aracılığı ile dünyaya açan ve “Çalıkuşu” ile sembolize edilen maarif heyecanının yaşayan versiyonudur.”
Dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, fedakâr öğretmenleri kendi roman kahramanı Öğretmen Duyşen’e benzetiyordu;
“Kırgız Türk Lisesi’ndeki öğretmenlerin idealleri uğruna yapmış oldukları fedakarlıklar, her türlü zor şartlara rağmen yılmayışları, bana roman kahramanı Öğretmen Duyşen’i hatırlatıyor.”
Mümtaz’er Türköne, üç sihirli kelimeden bahsediyordu;
“Sadece eğitimde değil devlet memurları tarafından yerine getirilen bütün işlerin nasıl çözüleceğini gösteriyor. Sivilleşme, yerelleşme ve gönüllülük….
Batı toplumu bu üç sihirli kelimeden ilk ikisini başardı.
Ancak gönüllük başarılamadı.
Batının gelişmiş organizasyon yeteneğinin bizimle rekabet edemediği bu alan dünya çapındaki Türk okullarındaki başarının sırrını açıklıyor. Bu başarının arkasında gönüllüler yatıyor. Batılıların sahip olduğu imkanlardan bazıları eksik olsa da eğer gönlünüzü bu işe koydu iseniz oraya eğitimin ötesinde mucizeler çıkıyor.
Türkiye’nin seferber edebildiği bu gönüllü ordu tek başına bütün dünyayı önümüze sermektedir.”
Mehmet Ali Kılıçbay “Bu okulları gördükçe insan gururlanıyor tabii.” Diye başlıyordu tesbitlerine;
“Türkçe konuşan Rus lise öğrencileri gördüm. İnsan gururlanıyor tabii. Birden kendimi yabancı diyarlarda kendi dilinde eğitim veren okullar açan bir zamanların Fransızları veya İngilizleri gibi hissettim.
Aldıkları ücret düşük ama onlar harikalar yaratıyor.
Gülen okullarında insanı etkileyen en önemli unsur öğretmenler.
Tanıştığım öğretmemelerin hepsi Türkiye’deki en iyi okullardan mezun olmuşlar. İçlerinde çokça Boğaziçili, ODTÜ’lü vardı. Türkiye’de hatta dünyanın neresinde isteseler çok paralı işler bulabilirlerdi. Ama bu okullarda az paraya öğretmen olmayı tercih etmişlerdi.
Beni bu çok ilgilendirdi ve üzerinde çok düşündüm.”
Kitapta bunlar gibi otuzdan fazla Türk aydınının birbirinden güzel, birbirinden değerli tespit ve tahlilleri vardı.
Kitap kısa sürede 500 bin satış rakamına ulaştı.
Hiçbir aydın ve yazar yazılarından dolayı bir kuruş para almadı.
“Bu da bizim fedakâr öğretmenlere katkımız olsun.” dediler.
Türk aydını kendine yakışanı yaptı.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nda yıllarca, hem de en sıkıntılı zamanlarda ülkemizin en değerli bilim adamları ile çalıştık. Bize danışmanlık yaptılar. Prof. Dr. Mehmet Aydın Hoca yıllarca Abant Platformları’nın başkanlığını yaptı. İlber Ortaylı yıllarca Diyalog Avrasya’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yaptı.
Mete Tunçay, Hayreddin Karaman, Bekir Karlığa, Niyazi Öktem, Kenan Gürsoy, Ali Bulaç gibi aydınlarla Abant ve Kültürlerarası Diyalog Platformları’nda birlikte çalıştık.
Bu insanlar bir kuruş para almadılar.
O günler, güzel günlerdi…
Lakin İlber Hoca’nın kitaba katkı ve emekleri çoktu. Bari kitap vesilesi ile bir şeyler takdim edelim istedik.
Kitaba geçen emeğinin karşılığı olabilecek bir miktarı önüne koydum.
O güne göre iyi paraydı.
“Ben bunu alamam.” dedi, “Bu da benim fedakâr öğretmenlere katkım olsun.”
Okulların kahramanları olan genç öğretmenler bu onuru, bu sevgiyi hak etmişti.
Zaten hak edilmeyen bir sevgiye sevgi denilmezdi.
Lakin birkaç gün önce bir belediyenin düzenlediği konferansta “Dünya’ya Yayılan Türk Okulları” kitabının editörü olan Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın, “Eğitim sistemimiz F… ile birlikte dejenere olmuştur.” sözünü duyunca bağrımda fırtınalar koptu.
“Bari sen yapma İlber Hoca.” dedim.
Cemil Meriç’in “Türk aydını her mevsim bir başka meçhulün sevdalısı.” sözü aklıma geldi.
Bu okulları yok ederek ne kazandınız?
Keşke ülkemizin eğitimi, ekonomisi daha iyiye gitseydi.
Değdi mi bunca tahribata, bunca kıyıma?
Nazım Hikmet boşuna dememiş;
“Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
Günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur:
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?”
03 Mar 2024 12:10
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.