Istıraplı ve ıslak bir kış akşamında yabancısı olduğumuz göl kıyısındaki kasabaya ilk vardığımızda, “Ben karşı komşunuz Zafer. Bu da eşim Büşra.” demişti.
Orta boylu, hafif esmerdi. Kaşları gür, kirpikleri uzundu. Gece karası delici gözleri vardı.
Otuzunda, saygılı, karayağız bir gençti.
Nedense onu daha ilk gördüğümde kanım kaynamıştı.
Sevgili eşi Büşra Hanım’la birlikte kışın bir umut mevsimi olduğunu gösterdiler bize.
Yarım kalmış¸ hikayelere yeni eşik sunan hikayeler gibi oldular.
Yeni evlilerdi.
Birkaç ay sonra sevimli Mustafaları ile yepyeni mutluluklara kanatlandılar.
Mustafa’nın doğumundan sonra Zafer Bey’in yolda yürüyüşleri değişti. Yollarda yürümüyor, pardösüsünün yakasını kaldırarak, arka arkaya büyük zaferler kazanmış muzaffer bir komutan gibi kararlı adımlarla kaldırımlarda adeta koşuyordu.
Beş dil bilen Zafer Bey her karşılaştığımızda “Benim Senegal’e dönmem lazım.” diyordu.
Buram buram toprak kokan bir sonbahar akşamında bize kuzey ülkesini sevdiren bu mutlu çifte yeniden misafir oluyoruz.
‘‘Bak, güzel bir Avrupa ülkesindesin. Eşin var, işin var. Buralar yemyeşil, adeta cennet gibi.”
“Buralar bizi bozar. Orada siyah inciler bizi bekliyor.” diyor.
“Anadolu lisesinde okurken içimde hep birilerine yardım etme duygusu vardı. Annem her gün okula uğurlarken ‘Beladan uzak dur. Belaya bulaşmamak için doğduğumuz toprakları terk ederek buralara geldik. Bizim gidecek başka yerimiz yok.’ diyordu.
Sürekli hikayeler okuyordum.
İmkansızlıktan öğlenleri okulda yemek yiyemiyordum. Bir gün bir sınıf arkadaşım, ‘Az ileride bir yurt var. Öğrencilere ücretsiz yemek veriyorlar.’ dedi.
‘Neden ücretsiz yemek yedirsinler ki?’ dedim. Gitmek istemedim.
Arkadaşım beni ikna etti.
Yemekten sonra yukarıya, salona çıktık. Lacivert pantolonlu, beyaz gömlekli, nur gibi bir genç geldi, karşımıza oturdu.
‘Nasılsınız gençler?’ dedi. ‘Adım Umut.
Bize sohbet etti.
Sohbetten sonra bana bir kitap hediye etti.
Önden Giden Atlılar…
“Bu kitap, rüyaların, hülyaların tahakkuk etmesi için yıllar boyu gelişini intizar ettiğimiz, anadan, serden geçen o gül yüzlü yiğitlerin, adsız kahramanların ve adanmış ruhların dasitani hayatlarından sadece birkaç damla…”
Bu sözler beni adeta çarptı.
Annemin tembihleri ne olacaktı?
Fakat, ben kaçtıkça sınıf arkadaşım beni bırakmadı.
Annem her sabah beşte kalkıyor, çay, kahvaltı hazırlıyordu. Bir sabah Önden Giden Atlılar kitabını eline almış ağlayarak:
‘Nereden buldun bunu?’ dedi. ‘Söz ver bana, bir daha onlara gitmeyeceğine. Bak, biz buralara niye geldik?’
Umut Ağabey’i aradım, buluştuk.
‘Annem, çok kızdı.’ dedim.
‘Ben sana bir şey diyemem. Nice zamandır gelip gidiyorsun. Bak ben hem tıp okuyorum hem de bu işlerde koşturuyorum ne zararı var’ dedi.
Üniversite sınav sonucu geldi. İyi bir puan almıştım, mühendislik kazandım.
Umut Ağabey, ‘Senegal’de belletmene ihtiyaç var. Gider misin?’ dedi.
Babama, ‘Dil öğrenmem lazım. Yurt dışına gitmek istiyorum.’ dedim.
Babam anlamış, bu çocuk gidecek ve gelmeyecek.
‘Ben olsam bu yollara girmem ama madem sen istiyorsun git.’ Dedi.
Valizimi uçağın bagajına verdim. Valiz benden önce siyah bantın üzerinden akarak kontrol bölgesinden geçti, gitti.
Tam kontrol noktasından geçerken annem ‘Bırak, valizin gitsin oğlum. Geri dönelim.’ dedi.
Anneme sarıldım. ‘Anne, gitmem lazım.’ dedim.
Senegal’e indim. Yüzüme bir alev vurdu. Burnuma değişik baharat kokuları hücum etti. İnsanlar sokaklarda uyuyordu.
Beni bir yurda yerleştirdiler. Yurdun camları yoktu. Sıvası yeni yapılmıştı.
Arkadaşlarla yurdu badana yaptık. Üç ay sonra konteynırlarla malzemeler geldi. Yatak, yorgan, battaniye, sıra, masa, tahta bilgisayar…
Bir gün Naci Tosun Ağabey geldi. Temiz giyimli, devlet terbiyesi görmüş, beyefendi bir insandı.
‘Hocaefendi diyor ki’ dedi,
‘Muhacir, hicret edeceği yere giderken, bir daha geri dönmemek üzere gitmelidir. Çünkü muhacirin mezar taşları, hicret ettiği yeni dünyaların bir nevi tapu kayıtları gibidir.’
O gün anlamıştım, dönüşün olmadığını.
Hakikat bir bıçak gibi saplandı kalbime.
O günden sonra Senegal’i, Senagal’in insanlarını sevmeye başladım. Allah’ın yardımını yakınımda hissetmeye başladım.
Bazı geceler, yüzyıllar boyunca köle transfer merkezi olarak kullanılan Atlas Okyanusu’nun ortasındaki Goree Adası’nın ölgün ışıklarını seyrederdim. Yosun kokulu okyanus rüzgarları, acılardan ıhmış bir deve gibi inleyen adadan korkunç çığlıklar taşırdı, yaralı yüreğime.
Bir Senegal gecesinde okulumuzdaki yerli bir öğretmenin evini ziyarete gittik.
Öğretmen arkadaşımızın eşi bizi karşısında görünce dünyalar onun oldu.
‘Gördüğünüz gibi, Senegal’in fakir bir bölgesinde yaşarız biz.’ diye başladı bilcümle hikayelerini anlatmaya. ‘Günübirliktir hayatımız... Ben, eşim ve çocuklarım bu küçük teneke barakada yaşarız. Yadırgamayız halimizi asla. Zaten birçok Senegalli de bizimle aynı kaderi paylaşır. Mahallemizin dar, toprak sokaklarından üstü açık lağım kanalları geçer. Hastalık, ölüm eksik olmaz buralarda. Yakıcı güneş ışıkları teneke barakamızı fırına çevirir adeta. Sıtma, dizanteri, tifo bırakmaz yakamızı bir türlü...
Bir de beyaz adamlar yaşar bizim ülkemizde. 'Onlar ve biz' olarak hayatı sürdürürüz. Garipsemeyiz aramızdaki uçurumu. Beyaz Efendi hep üstündür, daima güçlüdür, her zaman saygıya layıktır.
Bazen ışıl ışıl yıldızlarla dolu Afrika gecelerinde eşimle oturur, derin düşüncelere dalardık.
Bir gün bizim gibi düşünen beyazların da olacağını ve onlarla tanışacağımız ânı hayal ederdik.
Okulda göreve başladığı ilk günün akşamı eşimin söylediklerini hiç unutamıyorum. ‘Biliyor musun, yöneticiler ve öğretmenlerin bir kısmı beyaz fakat bugüne kadar tanıdıklarımızdan çok farklı. Aynı masada, aynı yemekleri yiyoruz. İnanmayacaksın ama bir beyaz öğretmen bizlere tepsiyle çay dağıttı.’
Eşim, her akşam eve döndüğünde bana sizleri anlatır olmuştu. Sizlerle bir fırsatını bulup tanışmak için adeta can atıyordum.
Yine bir akşam telaşla ve heyecanla geldi, eşim.
‘Müjde, onlarla artık tanışacaksın!’ dedi.
Sert bir ses tonuyla eşime, ‘Lütfen, benimle alay etme! Beyaz adam evimize gelmez ki!’ dedim.
O an ağladığımı fark ettim.
Ve geldiniz... Önce eşimle kucaklaştınız, sonra beni saygıyla selamladınız. Büyük bir nezaketle halimi hatırımı sordunuz. İlk kez bir zenci ile beyazın böylesine dostça kucaklaşmasına şahit oluyor bu topraklar. Hepsinden önemlisi de çocuklarımı tek tek kucaklarınıza aldınız. Onları tek tek öptünüz, sevdiniz. Hepimize ayrı ayrı hediyeler getirmişsiniz. Üstelik teneke, tek odalı evimizi hiç yadırgamadınız. Biliyor musunuz, bizim teneke evimize ilk defa bir hediye giriyor, ilk defa bir beyaz misafir geliyor. Mutluluktan ağlamak geliyor içimden...
Afrika'mızın kara bahtını değiştirecek, beklediğimiz insanlar siz olmalısınız.’
‘Ben, o teneke evlerde yaşayan, hayal kuran insanları özledim.’ Diyor Zafer Bey.
‘Bir Kurban Bayramı’nda, bir kapıyı çaldığımızda beli iki büklüm, eli bastonlu, yaşlı bir amca açtı kapıyı. Bize baktı, şöyle bir baştan aşağı süzdü. ‘Ben Hristiyan’ım bana değil, yan komşuma verin, onun daha çok ihtiyacı var.’ Diyor.
Ben tertemiz, kalbi pamuk gibi olan, kendisini değil komşusunu düşünen insanları özledim.
Yağmur yağdığında yollar yürünmeyecek kadar çamur olurdu.
Ben çamurlu yolları, karanlık sokakları, akmayan suları, acılarla yoğrulan geceleri özledim.
Acılarla yontulmuş bir anıt gibi duran Goree Adası’yla konuşmayı özledim.
Kaldığım yurtta bir gece uyandığımda tam otuz iki yerinden kolum balon gibi şişmişti. Bütün bedenim kaşınıyordu.
Ben Senegal’in sivrisineklerini bile özledim.
Beyaz peynire hasret kaldığım günleri özledim.
Senegal’de bambaşka bir dünyanın insanı idim sanki.
Köylerden çocuklar gelirdi. Ömründe hiç yatak görmemiş çocuklar. O fakir çocuklara temiz nevresim ve yatak verdiğimde gözlerindeki sevinci özledim.
Herkes kendi ülkesine dönmenin hayallerini kurar. Nedendir bilmiyorum ama benim hiçbir zaman ülkeme dönme hayalim olmadı.
Muhacir rahat ve rehavete kendini salmamalı. Muhacir hicret diyarını özlemeli.
Eğer süreçten dolayı mecbur olmasaydım Senegal’den asla ayrılmazdım. Ama bir gün mutlaka o mahrumiyetler ülkesine geri döneceğim.
Bugün ben ve benim gibi arkadaşlar için önümüzde iki yol var. Ya ölesiye gayret ve dirilme ya da kendimizi rahata rehavete salarak ebedi bir ölüme teslim olma.
Bir ışık söndüğünde ortalık her zamankinden daha karanlık olur.
Ben, bizden sonra karanlığa gömülen okullarımızın ışıklarını yakmaya gideceğim.”
Senegal günlerini hala bütün tazeliği ile yaşayan Zafer Bey göz pınarlarının taşmasına engel olamıyor.
Bağrından su fışkıran kayalara dönüyor.
O an anladım ki yaşamanın trajedisi ölüm değil, yaşarken içimizde ölmesine izin verdiğimiz şeyler.
Dünyada ne istediğini bilen bir insan karşısında durulamaz.
Albert Camus’un dediği gibi, “Kışın ortasında, içinde yenilmez bir yaz bulmuştuk.’’
Kışta çiçekler ölse de tohum ölmüyor.
Önden Giden Atlılar, ilk şafakta mazlum milletlerin afakına bir fecir süvarisi gibi doğmak için sabırsızlanıyor.
11 Ara 2022 11:58
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.