Alp Dağları’nın eteklerinde bir evdeyiz.
Alpler geceleyin daha büyüyor, ağırlaşıyor.
Ulu bir sessizliğe bürünüyor.
Ay ışığında beyaz bir anıt gibi büyüyor.
Gecenin bağrında bir sonsuzluk senfonisi gibi yükseliyor.
Yıldızlar dağların doruğuna yapışmış gibi.
En güzel çiçekler en kuytularda açarmış.
Alpler ’in bu kuytu köşesinde zarif bir Osmanlı beyefendisi olan Abdullah Bey’in hatıralarına misafir oluyoruz.
“Bu dağların ruhu çekti bizi buralara.” diyor Abdullah Bey. “Babam yıllar önce geldi buralara. O zamanlar ben daha 5-6 yaşlarındaydım.
Babamın evden ayrıldığı o günü bugün gibi hatırlıyorum.
Şafak vaktiydi. Babam bizi kaldırdı. Tek tek hepimizi öptü, kokladı.
‘En yakın zamanda gelip sizi götüreceğim.’ dedi.
Sonra da kırmızı bir taksiye bindi gitti.
O günden sonra rüyalarım, uykularım değişti.
Gözlediğim yollar, anamın pencere önündeki bekleyişleri büyüttü beni.
Bir gün döndü babam.
Köyde bir tarla aldı bir de kamyon.
Sanki bütün yollar, bütün bozkır onundu.
Babam, şen şakrak bir insandı.
1992 sonbaharıydı.
Babam o gün Hatay’a zahire götürecekti.
‘Herkes ihtiyaçlarını yazsın. Alıp geleceğim.’ dedi.
Okulların açılmasına birkaç gün vardı.
Ben daha sekiz yaşındaydım.
Defter yazdım, kalem yazdım, ayakkabı yazdım.
O gün babamın cenazesi geldi.
Kamyon kaza yapmış.
Annem daha 26 yaşındaydı.
Beş kardeş ortada kaldık.
O dönemde kimse okumaya gitmiyordu.
Annem ‘Ben evlatlarımı okutacağım.’ dedi.
Köy muhtarının da yardımıyla yetiştirme yurduna kaydoldum.
Yetiştirme yurtları mahrumiyetin kurumsallaşmış mekanları. Ne yazık ki suç oranın fazla olduğu, toplumun aşağı tabakası çocuklarının olduğu yerler.
Üç yıl imam-hatipte okudum.
Yazları başkasının tarlalarında ırgat olarak çalışıyorduk.
Adıyaman’ın en iyi dershanesi Hüsrev Gazi’ydi.
Yurt müdürü, ‘Ben seni oraya göndermem, cemaatçilerin orası.’ dedi.
Annem, “Git, konuş. Yaptırabildiğin kadar indirim yaptır. Allah Kerim be oğlum. “dedi.
‘Ne kadar ödeyebilirsin.’ dedi, Müdür.
Dershanenin ücreti 2 bin lira civarındaydı.
Ben ‘Acaba, yedi yüz veya bin arası olur mu?’ derken Müdür Bey;
‘300 verebilir misin?’ dedi.
Ben keyifle ‘Veririm.’ dedim.
Dershaneye kaydoldum.
Sınıf hocamız bir gün bana, ‘Ne zamandan beri seni gözlüyorum. Sen çok efendi bir çocuksun. Biz her perşembe arkadaşlarınla sohbet ediyoruz. Sen de gel.’ dedi.
Üniversite puanım çok iyi geldi.
Yurt müdürümüz, “oğlum bu sosyal hizmetlerden hep merhametsiz uzmanlar geliyor bu yurtlara” dedi. ‘Sen, sosyal hizmetleri yaz.’
Abiler beni Hacettepe’ye yazdırdılar.
Polis Akademisi’ne başvurdum, onu da kazandım.
2007’de hem Polis Akademisi’ni hem de Hacettepe’yi bitirdim.
Önce Akademide komiser yardımcısı olarak göreve başladım sonra Emniyet Genel Müdürlüğüne geçtim.
17-25 Aralıktan sonra Güneydoğu’ya sürüldüm.
İki sene boyunca yedi tayin gördüm.
15 Temmuz oldu. Ben, resmi izinliydim ve teğmen olan kardeşim Faruk’un düğünündeydim.
20 Temmuz’da kırk arkadaş bizi tutukladılar.
Okulun bahçesine yatırdılar.
Hava 45 derece sıcaktı.
Gökten çağlayan gibi sıcak iniyordu.
Altı kişilik koğuşa 33 kişi koydular. Daracık bir mekânda tek tek namaz kılabiliyorduk.
Sürekli orada namaz kılınıyordu.
Merdivende üç kişi, tuvalet önünde üç dört kişi yatıyordu. Kaşık, çatal vermediler. Tabaklardaki yemekleri garip hareketlerle yemeye çalışıyorduk.
Biraz daha kalsaydık birkaç kişi ölürdü.
Kız kardeşim Emine Üsküp’te Yahya kemal Beyatlı Koleji’nde öğretmendi. Kardeşimin düğününe o da gelmişti. Onu da tutukladılar.
Polis olan kardeşim Mahmut’ta tutuklandı.
Kardeşim Faruk da gaybubete çıktı.
Yalnız başına kalan zavallı annem Edirne, İstanbul, Diyarbakır, Gaziantep cezaevleri arası mekik dokumaya başladı.
İlk hapishane ziyaretinde bana, “Oğlum! “Dedi, “Başka insanların günahına girerek haklarında iftira atarsanız hakkımı helal etmem, gerekirse erkek gibi yatın çıkın ama kimsenin hakkını üzerinize almayın.”
Suçum, 15 Temmuz gecesi halkı galeyana getirmekmiş.
Hâkime, ‘Bu, izin kağıdım. Ben o tarihte orada değildim.’ dedim.
Beni dinlemedi bile.
Benim izin kâğıdımı imzalayan ve beni izne gönderen Terör Şube Müdürü aleyhimde resmi tutanak tutmuş.
Halbuki bulunduğumuz şehirde hendek operasyonları nedeniyle güvenlik görevlileri dışında halktan hiç kimse yoktu.
Hendek olaylarında tanklarla girip Şırnak, Silopi, Cizre gibi yerlerde sağlam bina bırakmamışlar. Halk başka yerlere göç etmiş.
Bir çete Türkiye’nin kaymağına çöreklenmiş.
Kaos onlar için bulunmaz bir fırsat.
Bir buçuk sene koğuşta yerde yattım. Soğuk suyla duş aldım.
Tek kişilik hücrede yatalak hasta oldum. Hücrede 42 yaşındaki kanserli bir öğretmenle kalıyordum. Sabahtan akşama ağlıyordu. Aşırı ağrıları vardı.
‘Çocuklarım var. Onlar yetim kalacak. Ne olur bana bir şeyler oku!’ deyip duruyordu.
Yetimlik benim en hassas damarımdı.
Eşim öğretmendi. O da benden bir ay sonra ihraç edildi.
Üç çocuğumuz vardı. En küçük kızım daha bir aylıktı.
Eşim Antep’ten bir ev kiraladı.
Açık görüşe geldiğinde evin olduğu yeri tarif etti.
Kudret Bey adında, 50 yaşlarında bir polis ağabeyimiz vardı.
‘Ya,’ dedi, ‘bu bizim apartman olmasın?”
Biraz sonra Kudret Bey’in hanımı da geldi. Eşimi görünce ‘Aaa, senin eşin de mi burada?’ dedi.
Biraz sonra başka bir arkadaşın hanımı da geldi. O da çok şaşırdı.
Aynı apartmanda oturdukları halde birbirlerine kocalarının hapiste olduklarını söylememişler.
O günler öyleydi.
Kudret Bey, ‘Üst katta bizim ev var. Oraya taşının.’ dedi.
Hem dördüncü kat hem de 300 lira daha ucuzdu.
Bir gün Kudret Bey tahliye oldu.
Bizim kirayı 200 daha düşürmüş.
Bizden aldığı kira ile de bizim evin ihtiyaçlarını karşılıyormuş.
Çocukların üçüne de bisiklet almış.
Kudret Bey herkesin derdine koşan koca yürekli bir küheylandı.
Öyle olunca da tabi şimdilerde yine hapiste.
Kardeşim Faruk gaybubette boş durmadı.
Hatay’dan gelen bir buçuk ton peyniri her gün otogardan alıyor ve Ankara’nın mahallerinde satıyordu.
İş bir anda büyüdü. Yanında 50 kişi çalışmaya başladı.
Bütün mahallelere dağılıyorlar, peynir satıyorlardı.
Eşleri hapiste olan ablalar geliyor ‘Bize de iş verin.’ dediklerinde, ‘Abla sen git evine otur. Biz senin aylığını evine göndereceğiz.’ diyormuş.
Çember iyice daralınca kardeşim, ‘Ablaların maaşını aksatmayın. Sizden başka bir şey istemiyorum.’ diyerek işi arkadaşlarına devretti.
Faruk, Mahmut ve Emine beş kuruşsuz Meriç’ten geçerek İsviçre’ye geldiler.
Fatma Ablam da birkaç sene önce buraya gelin gelmişti.
Yuvadan uçan kuşlar Alp Dağları’nın eteklerine konuyordu.
Faruk burada da boş durmuyor. Cenevre’de üniversiteye başlıyor.
İltica dairesi onu bir kasabaya veriyor.
Köydeki yaşlıların kapısını çalıyor ‘İhtiyacınız olduğunda bana söyleyin ben sizin ihtiyaçlarını alıp gelirim.’ diyor.
Kantonda yılın mültecisi seçiliyor. Kantonun başbakanı ile görüşüyor. Devlet televizyonuna çıkıyor. Benden bahsediyor. “Ağabeyim hücrede kanserli bir arkadaşla kalıyor” diyor.
Kendi bulunduğu kasabanın kilisesinden, Rahibeler Okulu’ndan arıyorlar. ‘Ağabeyinin adını ver. Biz de dua edelim.’
Hapisten çıktığımda çok hastaydım. Doktorlar ‘vücut stresi’ dediler. Köprücük kemiğim dışarı kaymıştı. Normal yürüyüşünü ve hareketini yapmadığın zaman bu olurmuş.
Eşimin dosyası da yargıtaydaydı.
‘Çıkalım’ dedim ‘Ben bu ülkede yaşama umudumu yitirdim.’
Soğuk bir sonbahar gecesi eşim ve çocuklarla birlikte meçhule yolculuk başladı.
Siyah transport bizi Meriç’e beş kilometre kala bir yerde bıraktı.
Yürümeye başladık.
Uzaktan derelerin ürpertici uğultuları geliyordu.
Gece yarısı Meriç’e vardık.
Kaçakçı botu kullanamadı. Bir ağacı hedef aldım ve oraya doğru kürek çekmeye başladım. Karaya yaklaşınca ayağımın birini karaya basarak ağaca tutundum. Bottakiler bana tutunarak indiler.
Sabaha doğru hava iyice ayaza kesti.
Siyah çöp poşetlerinin içine çocukları koyarak çalıların arasında yattık. Çokluklar uyuyunca bir bir onların saçlarındaki yaprakları, dikenleri temizledim.
Kalktığımızda her yanımız tutulmuştu.
Yunan polisi geldi ve bizi aldı.
Yıllar sonra beş kardeş İsviçre’de buluştuk.
Sonra annem de geldi.
Babamın hayli gerçek oldu ama o yoktu.
Faruk bir pazar günü beni bir kiliseye götürdü.
Kilisedekiler, ‘Siz kanserli arkadaşınızla hücrede kalırken biz sizin için çok dua ettik.’ dediler. Çok duygulu sahneler yaşandı.
‘Bir ihtiyacınız olursa çekinmeyin. Biz buradayız.’ dediler.
Bir gün Alp Dağları’nın eteklerindeki evimizde annemle birlikte Hocaefendi’yi dinliyorduk.
Annem çok duygulandı. Gözleri doldu. “Oğlum” dedi; “Yaşadıklarınızdan dolayı sakın üzülmeyin.” dedi. ‘Size bunları yaşatanlar sizin hocanıza kurban olsunlar. Senin baban kamyonda kaset dinler, ağlardı. O kasetlerde konuşanın kim olduğunu bilmezdim. Hocaefendi olduğunu şimdi sesinden tanıdım. Evet, bu o sesti,” dedi.
“Onun sesi.’’