Polenler

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    20 Eki 2024 10:58


    Sonbahar rüzgarları hazan bestesini söylüyor.
    Biz yine yollardayız.
    Ay, gri bulutların arasından yarım dilim ballı bir kavun gibi gülümsüyor.
    Gökteki gri bulutlar sanki kata katar hüzün taşıyor.
    Gökteki ayın hüznü, kararan sulara dökülüyor.
    Şairin dediği gibi, topraklardan, havadan hüzün taşıyor.
    Hazan vurgunu bir sonbahar gecesi bizi Burak ve Gülay çiftinin hatıralarına taşıyor.
    Bu soylu çift büyük bedeller ödemişler. Çok sevdikleri mesleklerinden ihraç edilmişler. Hapis yatmışlar.
     Ülkelerini, sevdiklerini geride bırakmışlar. Meriç’ten geçerek Kuzey Avrupanın bu soğuk ülkesine gelmişler.
    Çok saygılı ifadeler kullanıyor olsa da yine de Burak Bey’in kafasında Hizmet Hareketi hatta Hocaefendi hakkında ikircikli düşünceler olduğu hemen fark ediliyor.
     Bazı kimselerin “Hocaefendi çıkıp açıklama yapsın ya da başımıza bu işleri kim açtıysa hesap versinler” demesi, belli ki onu da tesiri altına almış. Sadece duydukları değil, bazı yaşadıkları da sanki bu düşüncesine destek veriyor gibi.
    Musibet anında bazan sağlıklı düşünemeyebiliyoruz; bu da normaldir.
    Ortada birçok asıllı, asılsız bilgiler dolaşıyor.
    Yıllardır iktidar medyası algı operasyonları yapıyor.
     Bütün bunlardan etkilenmemek mümkün değil.
    Hâlâ insanlar tutuklanıyor, hapse atılıyor. Aileler parçalanıyor, yuvalar dağılıyor.
    Çocuklar bu durumdan anne babalarını suçluyor.
     “Sizin yüzünüzden biz bunları yaşıyoruz,” diyorlar.
     Yaşlı anne babaların, evlatlarına yapılandan dolayı yüreği yoruluyor.
     Bazıları dayanamıyor; bir daha evladını göremeden bu dünyadan göçüp gidiyor.
    Bütün bunlar herkesi, hepimizi yoruyor.
     Yaşananlar hiç de kolay şeyler değil.
    Bahane bulutları gibiyiz.
    Bazen en küçük şey bile boşanmamıza vesile olabiliyor.
    Birkaç gün önce birkaç iş adamı arkadaşımızla yemek yerken, sofradaki bir yemeğin tadı ya da aroması hoşuna gitmiş olmalı; içlerinden biri ev sahibinin hanımına:
    “Bu yemeği nasıl yaptınız, tarif eder misiniz?” diyor.
    Sıradan bir şey gibi ama ben çok duygulanıyorum.
    Gözlerim doluyor.
    Bu insanlar ülkelerinde itibarlı ve varlıklı insanlardı. Özel şoförleri, hizmetçileri, aşçıları vardı. Bunlarla görüşmek için herkes sıraya girerdi; şimdi sekiz seneden beri eşlerinden, çocuklarından, yurtlarından ayrı yaşıyorlar, kendi yemeklerini kendileri yapıyorlar.
    Bütün servetlerine çöküldü bu insanların. Ne çocuklarının düğünlerine katılabildiler ne de anne babalarının cenazelerine.
    Karşımızda organize bir kötülük var.
     Lakin ne yapsak bunlar başımıza gelecekti.
     Bediüzzaman, hapishanedeki talebelerine:
    “Kardeşlerim,” diyor, “Ne yapsaydık onlar bu hücumu yapacaklardı. Biz, tâ inayet-i İlâhiye imdadımıza gelinceye kadar sabretmeliyiz.”
    Evet, büyük üstadın dediği gibi ilâhi inayet gelinceye kadar sabretmekten başka çaremiz yok.
    Biz ne yapsaydık bu organize kötülükten kendimizi kurtaramayacaktık.
     Kurt, kuzuyu yemeyi göze almış bi kere.
     Yalvarmalarımız iştahını artırmaktan başka bir işe yaramayacaktı.
    15 Temmuz'dan çok önceleri konuşulmaya başlayan senaryolar zaten korkunçtu.
    Darbe tiyatrosu sadece bize yapılan zulmü meşrulaştırmak içindi.
     Ülkede hukuk olduğu sürece istedikleri tahribatı yapamayacakları için bir süreliğine hukuku askıya almaları gerekiyordu. Bunun da başkaca bir yolu yoktu.
    Onların tabiriyle, onlar için 15 Temmuz bir lütuftu.
    Hizmet Hareketi baştaki adama bir kötülük düşünseydi darbeye ne gerek vardı? Onu koruyanların hepsi hapiste şu anda. Marmaris’ten getiren pilot bile. Onu defalarca ölümden koruyan o kahraman çocuklardı.
     MİT başkanı Hakan Fidan güya telefonuna çıkmamış da ülkenin cumhurbaşkanı darbeyi eniştesinden öğrenmişmiş.
    CNN Türk sunucusu, dönemin Başbakanı Binali Yıldırım’a soruyor: “Hakan Fidan sizi darbeden haberdar etmedi mi?”
    “Hayır, etmedi.”
     “Peki, sordunuz mu bunu ona?”
     “Sordum.”
    “Ne dedi?”
    “Cevap veremedi.”
     “Peki, niye görevden almadınız?”
     “Çaydan geçerken at değiştirilmez.”
     Bu nasıl çay ki yıllarca geçilmedi?
    Hakan Fidan görevden alınmak yerine Dışişleri Bakanı yapıldı, Binali Yıldırım’ın koltuğu altından alındı.
    TBMM Darbe Komisyonu’nda ilk önce dinlenmesi gereken dönemin MİT Başkanı Hakan Fidan, Genel Kurmaya Başkanı Hulusi Akar, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez komisyona bile gelmedi.
    Hocaefendi, “Uluslararası bağımsız bir mahkeme kurulsun ben yargılanmaya hazırım” dedi.
    Mevcut iktidardan hiç ses çıkmadı.
    Alman İstihbaratı, “Gülen Cemaati darbede yer almadı” dedi.
    ABD Dışişleri Bakanlığı 2023 insan hakları raporunda, “Gülen Hareketi’nin terörle bir ilişkisi yoktur” dedi.
    O günlerde Hocaefendi’nin özel kalemi görevini gören Osman Şimşek Hoca ,Asım Yıldırım’ın programında, “Kim ne dedi, ne haber getirdiyse Hocaefendi hep aynı cevabı verdi;
    “Ben ülkemde asla kan dökülmesini istemiyorum.”
    Gerisi laf-u güzaftır.
    Uydurmadır, senaryodur.
     Evet, büyük üstadın dediği gibi, biz ne yapsak bunlar bizi yok etmek için ellerinden geleni yapacaklardı.
    Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı vardır. Ali Ünal Hocanın ta 2012 Haziranında dediği gibi elbet bir gün görünmeyen ordularıyla ilahi yardımını gönderecektir.
     Bütün bu yorgunluklara, bütün bu yaşananlara, bütün bu alacakaranlığa rağmen ortada güneş gibi parlak bir hakikat var.
    Hizmet dünyaya dağılıyor.
    Onca karların, fırtınaların arasından hâlâ içimizi ısıtan Hizmet Güneşi, dünyayı aydınlatmaya devam ediyor.
    Fethullah Gülen Hocaefendi’nin seksen küsur senelik hayatı gözlerimizin önünde.
     Çocukluğuna bakıyoruz, tertemiz bir çocukluğu var.
    Dört yaşında Kur’an’ı hatmediyor. O yaştan beri namazını hiç bırakmıyor. İlkokul arkadaşlarının verdiği şeyleri yemiyor. Harama, helale o yaşlarda dikkat ediyor.
    Gençliğine bakıyoruz, pırıl pırıl bir gençlik çağları var.
    Yirmili yaşlarından itibaren cami kürsülerinden halka hitap ediyor. İdarecilik yaptığı yurdun yemeğini yemiyor, suyunu kullanamıyor, kul hakkına riayet ediyor.
    Evlenmiyor. Bütün hayatını insanlığa adıyor.
    Anadolu insanın içindeki devi uyandırıyor. Onları Asya’ya, Afrika’ya salıyor.
    Mazlum milletlere umut oluyor.
    Hocaefendi’nin ihtiyarlık günleri ise , günün yirmi dört saati, yanındakilerin ve dışardan gelenlerin gözleri önünde geçiyor.Hep ötelerin özlemiyle yanıp tutuşuyor.
    Yaz boyunca avazesi ile yeri göğü inleterek geride muhteşem bir yaz bırakmaya hazırlanan bir ağustos böceği gibi ömrünün son yılları gurbet ellerde geçiyor.
    Eğer onun Türkiye üzerinde siyasi bir hayali olsaydı, kuvvetini niye dünyanın değişik bölgelerine dağıtsındı?
    Kim ne derse desin dünya yeni bir dirilişe uyanıyor.
    Yarım asır önce Anadolu’dan yükselen ses bütün kıtalarda yankılanıyor.
    Bütün dünyanın gözü önünde Hizmet ağacı büyüyor, gelişiyor, dal budak salıyor, meyveye duruyor.
    Herkes bu ağacın gölgesinde huzur buluyor.
    Bu ,tarihte eşi benzeri çok az görülen bir harekettir.
    Bu sadece bir kıtanın aydınlanma hareketi değildir.
    Bütün bir dünyanın rönesansıdır.
    Aydınlanma kavramı, 17. Yüzyılın sonlarında Orta Çağ’ın “karanlığı” olarak görülen sosyal durumun karşıtı olarak “ışık” kavramından alınmış.
    İnsan, modernleştikçe bireyselleşmiş. Bireyselleştikçe doğadan ve toplumdan kopmuş. İnsan, kendisini eksik ve yetersiz duyumsadıkça korkmuş. Korktukça şiddet kullanmış, barbarlaşmış, yalnız ve sevgisiz kalmış. Sonuç toplumsal katliamlara, toplama kampları ağlarının kurulmasına değin varmış.
    Bu bağlamda, toplama kampları örgütlenmesinin bir simgesi olarak Auschwitz Toplama Kampı, tarihin prizmasını oluşturmaktadır. ·
    Tarih ve güncel yaşam, artık, istense de istenmese de bu prizmadan kırılarak yansımaktadır.
    Aydınlanma Dönemi’nin 200 yıllık vaatlerinin boş çıktığını Auschwitz ideolojisinin ışığı altında yaşarken canlı dünyada görmemiz olmuştur.
    Aydınlanma sonrasının  filozoflarından Nietzsche, “Tanrı öldü” dese de ölen Tanrı değil insanlıktır. Günümüzde de kanlı coğrafyalarda insanlığın hala ölmeye devam ettiği gibi.
    Arnavut yazar Agron Tufa, Türk kolejinde daha dün babalarının birbirlerini öldürdüğü Sırp, Hırvat, Boşnak çocuklarının aynı sıralarda oturduğunu gördüğünde söylediği sözler, geleceğe çok güçlü bir ışık tutmaktadır;
     “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra böyle etkili bir hareket olmadı. Amin Maalof’un Semerkant romanında anlattığı yeniden doğuşu, Rönesans’ı sergiliyor Hizmet.
    Geçen gün Afrika’dan bir doktor arkadaşımızla konuşurken Asr-ı Saadet’ten bir sahne anlattı.
    Peygamberimiz Medine'ye geldiğinin ilk günlerinde, bir adamın erkek hurma polenlerini, meyveye duracak polenlerin üzerine serptiğini görüyor. Hurma meyvelerinin bol ve kaliteli olması için bunu hep yaptıklarını söylüyorlar.
    Hizmet’in Anadolu’daki polenleri olgunlaşmıştı. Bütün dünyada meyveye durma mevsimiydi.
    Hocaefendi, “Bir milyon insan dünyaya dağılsın” dedi..
    Sadece üç yüz, beş yüz dolarla çalışan gariban öğretmenler ve bazı fedakâr iş adamları dünyaya dağıldı.
    Öyle olunca da bir zalim o polenleri kopardı ve bütün dünyaya serpti.
     Hizmet dünyaya dağıldı.
     Dünyaya serpilen polenlerin daha şimdiden içimizi ısıtmaya başlayan aydınlık bereketini bekleyip göreceğiz.
    Bu süreç neleri netice verecek bilemiyoruz.
    Tarihçiler diyor ki;
    “Büyük inkişaflar büyük sancılardan sonra doğar.”

    20 Eki 2024 10:58