Secdenin Aydınlığı

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    14 Oca 2024 12:37



    Soğuk bir kış gecesi... 
    Perdeyi aralıyorum…
    Evimizin önündeki sokak lambasının ışığı doluyor içeriye. 
    Salonu aydınlatıyor; kanepeleri, halıları aydınlık elleri ile okşuyor, mutfağa doğru süzülüyor.
    Dışarıya bakıyorum pencereden…
    Gecenin üstüne kar yağıyor inceden. 
    Yollar, ağaçlar kar içinde.
    Canlı cansız her şeyin üzerine üç ayların füsun ışıkları yağıyor.

    Üç ayların coşkusu sarmış her bir yanı.
    Rabbimiz bazı günleri, geceleri, ayları üstün kılmış. 
    Üç aylar o üstün kılınan aylardan. 
    O aylar içindeki ulu günler, ulu geceler sıralanmışlar ellerinde meşalelerle bize doğru geliyor.
    Gece sabaha yürüyor.
    Derken sabah namazı vakti giriyor.
    Eşimle birlikte namaza duruyoruz.
    Evde olduğumuzda namazları cemaatle kılmaya özen gösteriyoruz.
    Önceleri kızımızla, oğullarımızla daha kalabalık oluyorduk. 
    Her biri bir yere dağıldı.
    Evde iki kişi kaldık.
    Namazdan sonra dualarımızı yaparken eşim apansız boşanan yağmurlar gibi gözyaşlarına boğuluyor.
    “N’oldu?” diyorum. 
    Ağlamaktan konuşamıyor.
    “Ağrın mı var?” 
    Başını “hayır” anlamında iki yana sallıyor.
    Biraz sakinleşince konuşmaya başlıyor.
    “Uzun zamandır namazlarımı secdeye gidemeden kılıyorum.” diyor. 
    “Dizlerim secdeye gitmeme izin vermiyor. Bu benim çok ağrıma gidiyor. Secdeye gidenlere imreniyorum. 
    Secdeye gidebilsem içimden gele gele ‘Rabbim sana geldim!’ diyebilsem. Ama olmuyor.
    Bir kere denedim. Olmadı, yapamadım. 
    Meğer sağlık ne kadar kıymetliymiş. İnsan elinden gittiği zaman daha iyi anlıyor.
    Yıllar önce Antalya çarşısından kızımla bir seccade almıştık. 
    Kenarlarında kilim motifi kırmızı desenler vardı. Ön kısmında kıbleyi gösteren kubbeli mihrab ve kubbenin tam ortasından ayak ucuna doğru sarkan bir avize motifi vardı. 
    Onun üzerinde namaz kılmayı çok seviyordum. 
    Bakalım bunu kaç senede eskiteceğiz, ömrümüze kaç seccade sığacak diye düşünmüştüm.
    Geçen yıl evlerine gittiğimde gördüm. Kızım hala o seccadenin üzerinde namaz kılıyordu.
    Biz eskidik ama o seccade eskimedi.”
    Eşimin anlattıklarından ben de duygulanıyorum.
    Kur’an, Rahman’ın kullarını anlatırken, "Rahmân'ın has kulları, yeryüzünde alçakgönüllü olmanın örneğidirler ve ağırbaşlı, yüzleri yerde hareket ederler…" diyor.
    Kutlu Nebi, “Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir. Kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır." buyuruyor. 
    Bütün manevi mertebeler, yükselişler, fetihler tevazu toprağına alnımızı dokundurmakla başlar. Açılmaz sanılan kapılar secdenin aydınlığında aralanır.
    Secde ile ikiz kardeş olan tevazu evrensel bir erdemdir. Bütün kadim öğretilerde övülmüştür.
    Hazreti İsa son gece havarilerinin ayaklarını tek tek yıkadıktan sonra, “Benden sonra birbirinizin ayaklarını yıkayınız, birbirinize düşmeyiniz. Yolları bu ayaklarla yürüyeceksiniz.” diyor.
    Çoğu kere egolarımız, statümüz, mal, mülk ya da bir takım kişisel yeteneklerimizden dolayı kendimizi diğer insanlardan üstün görür ve kibire düşüp tevazudan uzaklaşırız. 

    Secde bir tevazuu temrinidir.
    İnsan bu sayede hayatın zorluklarıyla, trajedilerle ve iniş çıkışları ile mücadele edecek gücü bulur. 
    Bu da istişareye, herkesin fikrine, her detaya özen göstermemizi sağlar.
    Bu da başarıyı getirir.
    Goethe’nin dediği gibi, “Kendini büyük sanmayan, aslında sandığından daha büyüktür.”.
    Yüce davalar, başı yerde olan insanların secdeleri sayesinde yükselir.
    İngiliz tarihçi John Devonport, “Her şeyi incelediğim gibi İslam’ı ve Hz. Muhammed Aleyhisselamı da inceledim.” diyor. “Gerçekten tertemiz bir çocukluğu var. Gençlik döneminde herkesin örnek gösterdiği ve ‘el-Emin’ dediği güvenilir bir insan. Vahiy dönemine ve diğer olaylara baktım ve bunlar üstün bir insanın özellikleri dedim. Ama bu son peygamberdir, diyemedim. Ama ne zaman Mekke’nin fethini incelemeye başladım, o zaman işin rengi değişti.
    Fetih günü devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başı adeta secde eder gibi eğere yapışık bir vaziyette giriyor. En büyük zafer kazanılmışken ve Müslümanlara en büyük zulümleri yapan insanların hepsi teslim olmuş tir tir titrerken, onların hepsini, hatta Uhud Savaşı’nda öz amcası Hz. Hamza’nın ciğerini çiğneyen insanı bile affediyor. Daha birkaç yıl önce çıkmak zorunda kaldığı doğup büyüdüğü şehri fethediyor. Fakat putlardan temizlediği Kâbe’nin yanına kendine bir saray yaptırmıyor.   Babalarının ve dedelerinin şehrini, milletinin merkezini, dininin en öz yerini bırakarak zor zamanda kendisine dost olanların arasındaki sade evine, Medine’ye geri dönüyor. Yine arpa ekmeği yiyerek, hasırın üzerinde yaşamaya devam ediyor. İşte böylesi muazzam bir olayı gördüğüm zaman titremeye başladım. Bunların hepsini normal insanlar yapar ama bu zaferi kazandıktan sonra sade hayatına tekrar dönmek ancak büyük bir peygamberin ahlakı olabilir, dedim, secdeye kapandım ve Müslüman oldum.” 

    Oryantalist ve arkeolog olan Stanley Lane-Poole;
    "O, Kureyş’in kendisine küçümseme yılları boyunca çektirdiği acı ve zalimce düşmanlıkları hür iradesi ile affetti.” diyor. “Böylece Muhammed doğduğu şehre yeniden girdi. Dünya fetihler tarihinde bununla karşılaştırılabilecek muzaffer bir giriş yok." 
    Mekke’nin fethini anlatan en güzel kitaplardan birinin adı İzzü’s Sacide.
    “Secdedeki İzzet” demek. 
    Müminin izzet ve onurudur secde.
    Hiç kimsenin önünde eğilmeyen başın Hakk’ın huzurunda eğilmesidir. Secde, tevazuun kemal halidir. 
    Biz bugünlere Barla’nın ıssız dağlarındaki gökyüzü kulübelerinden, Üç Şerefeli Camii’n pencerelerinden, Tahta Kulübelerden, hasırlı odalardan geldik. 
    Her şey değişti, her şey başkalaştı ama hasırlı odalar hiç değişmedi. Islak seccadeler hiç kurumadı.
    Hocaefendi 1979’lardaki bir Kadir Gecesi vaazında camiyi dolduran pırıl pırıl gençleri görünce, “Bu iş tutmuşa benziyor ama gelin bir de benim gecelerdeki ıslak seccademe sorun.” diyor.
    Pırıl pırıl bir mazi, apaydın bir gelecek ıslak seccadelerde mayalandı. 
    Yeni bir diriliş destanı secdelerinin aydınlığında yazıldı.
    Mazlumların yılmaz savunucusu Avukat Bekir Berk, hakkın, kaba kuvvetin paletleri altında ezildiği, düz bir çizgi çizenlerin bile “Elif yazmak istedin.” diye hapse atıldığı, minarelerin sesinin kısıldığı, ninelerin başörtülerinin başlarından çekilip alındığı yıllarda bir gün Ankara'ya Nur talebelerinin davalarını almaya gidiyor.
    Zindandaki bu sanıkların gözlerindeki parıltı, yüzlerindeki sonsuz tebessüm karşısında şaşkına dönüyor.
    “Sizi mi yoksa davanızı mı savunayım?” sorusuna; onların “Sen bizi bırak. Biz yıllarca yatmaya razıyız. Davamızı savun.” sözleri karşısında beyninde şimşekler çakıyor.
    Mahkûmların tutuklanmalarına vesile olan Nur Risalelerini baştan sona okuyor.
    Ve ışığın göründüğü ufka yolculuk başlıyor. 
    Bir gün, bir kitapta Bediüzzaman'ın resmini görüyor.
    Öyle cesur, öyle eğilmez, öyle güzel…
    Vuruluyor o resme.
    Bir bahar çağlıyor siyah gözlerinde.
    “Beni, ona götürün.” diyor.
    Üstadın, “Kardeşim biz istihdam ediliyoruz.” sözleri, temiz yürekli Anadolu insanının tatlı bir yürek şırıltısı gibi geliyor ona..
    O günden sonra tam bir Anadolu Alpereni olup çıkıyor.
    Azmin önünde dize geliyor dağlar…
    Delik ayakkabılarla, ıslak çoraplarla dolaşıyor Anadolu'yu.
    Harabeler arasında coşkun akan sular gibi koşuyor.
    Anadolu'da Bekir Berk rüzgârı esiyor.
    Şehirlerdeki, ilçelerdeki 250 den fazla mahkemeyi bir bir takip ediyor. 
    Genç meslektaşları bile onun ateşli müdafaalarını dinlemek için mahkeme salonlarındaki yerlerini alıyor.
    Asık suratlı hakimlerin karanlık gölgelerinin gezindiği mahkeme salonlarını yıldırımları andıran sesiyle şimşek gibi aydınlatıyor.
    Maznunlar onu görünce, “Bekir Berk geldi.” diye haykırıyor.
    Kendisine yolculuğu yasak eden doktoruna;
    “Doktor bey! Yatakta ölmektense Mü’minlerin yardımına koşarken ölmeyi tercih ederim,” diyor.
    Kan kusarak düşüyor Anadolu yollarına.
    Abdestsiz hiçbir davaya girmiyor.
    Korku barındırmıyor bağrında.
    Tehditler vız geliyor.
    Çantasında taşıdığı kefeni dünya ile köprüleri attığının bir göstergesidir.
    1971'’de tutuklanıyor.
    1971 Muhtırası’nın savcısı Nureddin Soyer mahkemede “Bediüzzaman alçaktır.” deyince; sanık olmasına rağmen ayağa fırlıyor ve “Alçak sensin!” diye haykırıyor.
    Hapisten çıkınca yine Anadolu yollarına düşüyor.
    Vücut bu tempoya dayanamıyor. 
    Hastalanıyor.
    Yine bir gün öğle vakti, serum sehpasıyla birlikte lavaboya kadar giderek zorlukla abdest alıyor. 
    Öğle namazına duruyor.
    Haşyet tütüyor halinden.
    Cennetin imrendiriciliği, cehennemin ürperticiliği vardır yüzünde.
    Namazın birinci rekatını kılıyor, ikinci rekâta geldiğinde takati tükeniyor. Ne kadar hamle yaparsa da bir türlü secdeye gidemiyor.
    Söz ve sevgiden bir kale kuran kahramanın dünyadaki bütün gücü tükenmiştir.
    Çok üzülüyor.
    Ellerini kaldırıyor.
    “Allah’ım! Yoksa Bekir kulunu secdeye layık görmüyor musun? Ama, ben Sana secde etmek istiyorum,” diye inliyor.
    Namazın geri kalan bölümünü Kâbe’nin serin mermerlerinde kılıyor.
    Secdenin aydınlığı mermerlerin nabzına nakşoluyor.

    14 Oca 2024 12:37