Yedi yılın hasretiyle yüzü sonbahar günleri gibi bir bulutlanıyor bir açıyordu. Kesik kesik konuşuyordu.
Özlem ve hasretin bizi esir aldığı ortamdan biraz uzaklaşmak için, “Medresey-i Yusufi’ye günleri nasıl geçti” diyorum.
“Çok bereketliydi” diyor, “Lakin biz oraya mektebin sahibinin talebi üzerine ‘Medresey-i Muhammediye’ diyoruz. Ben yedi yıldan beri tek kişilik bir hücredeydim. Küçük mazgal deliklerinden ders yapıyorduk. Bir anımız bile boş geçmiyordu. Namazlar, tesbihatlar, teheccüdler, Tefsir, Hadis, Risale dersleri derken zaman su gibi akıp gidiyordu.
Suffa öğrencileri gibiydik.
Hemen her gün Suffe öğretmenlerinin biri gelip ders veriyordu.
Ömrümün en bereketli günleriydi.
Dünyaya kapılar kapanınca başka alemlere kapılar sonuna kadar açılıyor ama ben o kapıyı açmak istemiyorum.
Hapisten çıktığım günlerin birinde rüyamda sıladaki ve gurbetteki bütün arkadaşlarla bir aradayız. Istıraplı günler geride kalmış. Yeni baharlara yürüyoruz.
Tıpkı eski güzel günler gibi.
Hocafendi sanki Ege Camilerinin kürsülerindeki o heyecanla konuşuyor.
Herkesin elinde yeni çıkan bir gazete var. Renkleri, çizgileri aynı Zaman gazetesi gibi.
Zaten taşkın pınarlar gibi olan gözlerimize daha fazla söz geçiremiyoruz.
Başlıyorum Ka’b İbni Züheyr’in o meşhur kasidesine okumaya:
“Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi Suat’ı alıp götürdüler.
Gönlüm öyle kırık ki!
Gönlüm, azat nedir bilmeyen bir köle örneği ezgin.
Tan vakti Suat göçtü buralardan.”
“Kasidey-i Bürde’nin bu sözlerini ne zaman hatırlasam hatırıma hep Suat Yıldırım Hoca’mız gelir” diyorum.
Uçsuz bucaksız bir deniz olan gözleri ile soruyor;
“Neden?”
“Anlatayım” diyorum
Malum Ka’b İbni Zübeyr döneminin büyük şairlerinden.
Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Peygamberimizi ve Müslümanları hicvederek, onları üzüyor.
Nihayet dünyanın kendine iyice daraldığı bir gün uzun mesafeleri kat ederek Kutlu Nebi’nin huzuruna çıkıyor.
“Kâ’b yaptıklarından pişman olarak huzuru saadetinize gelmek istiyor. Ben, onu size getirsem, ona emân verir misiniz?” diyor.
“Veririm” diyor Şefkat Peygamberi.
“Ben, Kâ’b’ım Yâ Resulallah!” diyor ve o meşhur kasidesini okumaya başlıyor;
“Yurdundan koparılmış gözleri sürmeli yaralı bir ceylân gibi Suat’ı alıp götürdüler.
Gönlüm öyle kırık ki!”
Finalde birinci gelen terli bir atın üzerine atar gibi Kutlu Nebi sırtından Hırkay-ı Saadetini çıkarıp bu büyük şairin üzerine atıyor.
Şair, sözün gerçek sahibinin elinden vahiy yağmurları ile yıkanmış, meleğin elleri ile okşanmış olan hırkaya bürünüyor.
Üzerine bürüdüğü sadece bir hırka değildir.
Alemlerin hürmetine yaratıldığı bir peygamberin şefkat ve merhametine bürünüyor.
Ka’b, nasıl bir ikrama nail olduğunun farkındadır.
Sonraları devlet başkanları önüne hazinler koyacaktır ama Ka’b o hırkayı vermeyecektir.
Şimdi gelelim neden bu kasideyi her hatırladığımda Suat Yıldırım Hocamız aklıma geldğine.
Bir gün Suat Hoca’mızın da olduğu bir mecliste Hocaefendi,
“Alemlere rahmet olan Efendimiz’i dünyanın, insanlığın gündemine getirmekten uzak bulunuyoruz.” diyor.
İşte bu sözler, tarihi “Ebedi Risalet Sempozyumları”nın fitilini ateşliyor.
Suat Hoca’mız kolları sıvıyor.
İlk iş olarak hocaların hocası Sabahaddin Zaim, Hayreddin Karaman, Tayyar Altıkulaç, Salih Tuğ, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi seçkin simalardan bir tertip heyeti oluşturuyor.
Zaman Gazetesi organizasyonu üstleniyor.
Yer olarak Abdi İpekçi Spor Salonu tercih ediliyor. O zamana kadar ilmi konferansların böylesine bir salonda yapıldığı görülmüş değil. Dört gün boyunca kırk binden fazla kişi bu tarihi sempozyumu izliyor. Dev salon dört gün boyunca Anadolu’nun her yerinden gelen Peygamber aşığı insanlarla arı kovanı gibi işliyor.
O güne kadar hep camilerde mevlit okunarak kutlanan kutlu doğum ilk defa mabedin dışına taşarak belki de dünyada ilk defa böyle tarihi bir kalabalığın katılımı ile yapılıyor.
1991 sonbaharının ilk günlerinde gerçekleşen bu toplantıya dünyanın farklı kıtalarından pek çok bilim adamı katılsa da henüz fecir aydınlığının yüksek dağlara yeni vurduğu Orta Asya’dan sadece bir kişi katılıyor.
O da; Kazakistan’dan Yazarlar Birliği Başkanı Muhammet Can Kaltay’dır.
Tam bir asırdır içinde yanan ateşin korlarını Abdi İpekçi Spor Salonu’nu dolduran onbinlerin üzerine saçıyor;
“Kardaşlaaaaarrrrrr!
Size Ahmet Yesevi atamızın diyarından, kardeş Kazak halkından çok çok selam getirmişem. Bilirsiniz Sovyet İmparatorluğu bizleri sizlerden uzaklaştırdı. Muhammed Peygamber’den ve O’nun ruhundan kopardı. Ama bugün salonda O’nun ruhuna şahit oluyoruz.’’
Asırlık ayrılık ateşiyle bağrı yanık bu Kazak’ın Kazak lehçesiyle yaptığı bu konuşmadan sonra Kazakistan’a dönüşte Zaman Kazakistan’ın yayına başlaması, bozkıra düşen yıldızlar gibi bir bir okulların açılmaya başlaması sempozyuma düşen Peygamber bereketinden başka bir şey değildir.
Hocaefendi dört gün süren bu tarihi sempozyumu halkın arasına oturarak trübünlerden dinliyor.
Dört günün sonunda memnuniyetinin bir nişanesi olarak kendi bindiği Mazda marka arabasının anahtarını Suat Hoca’mıza uzatıyor.
Bunun anlamı şudur:
“Peygamberimiz, kendini sena eden Kab İbni Züheyr’e vahiy yağmurları ile yıkanmış, meleğin eli değmiş hırkasını hediye etti. Sen ki dört gün boyunca dünyanın her yerinden gelen alimlerle O’nu övdün. Eğer bu çalışmayı bugün değil de gül devrinde yapsaydın Kutlu Nebi hırkasını değil de Mercedes mesabesindeki bindiği Kusva’sını hediye ederdi.
Suat Hoca derin bir mahcubiyetle o hediyeyi alıyor.
Zira biliyor ki böyle zatların ikramı reddedilmez.
Lakin Hocaefendi’nin de o bineğe ihtiyacı vardır. Hem o arabada nice hatıraları vardır. Kim bilir belki de arandığı yıllarda o araba onun nice ayrılıklarına, gözyaşlarına, titremelerine şahit olmuştur, soğuk kış gecelerinde yatacak yer bulamadığında ev sahipliği yapmıştır.
Bu araba onun için çok değerlidir.
“İkramınız baş üstüne efendim! lakin bu araba size lazım, ben de size hediye ediyorum.” diyor.
Asalet böyle bir şey işte!
O yüzdendir ki hem Hocafendi nezdinde hem de Hizmet erlerinin gönlünde Suat Hocamızın yeri bir başkadır.
Bir gün Suat Yıldırım Hoca’mız, Moskova Müftüler Konseyi Başkanı Ravil Gaynuddin’in daveti üzerine yeni bir arayışın eşiğindeki Moskova’ya gidiyor.
Adını her duyduğunda ruhunda soğuk esintiler estiren bu soğuk coğrafyada, “Kuran’ın Sosyolojik Prensipleri ve İbadet Felsefesi”ni anlatıyor.
Sözlerini Gorbaçov’un İstanbul’da, bir konferanstaki tespitiyle tamamlıyor:
“Komünist ve kapitalist sistem önerdikleri toplumsal modellerde başarı olamadılar. İnsanlık yeni bir hayat modeli aramak zorunda kaldı. Her halde bu model bulunacaktır. Ve bu model daha önce göz ardı edilen değerleri, örneğin Hristiyanlığın, Müslümanlığın ve toplumsal kültürün değerlerini dikkate almalıdır.”
Bir Rus profesörün itirafı tam da Suat Yıldırım Hoca’mızı anlatıyor;
“Burada sadece bir Kur’an tefsiri hocasını değil aynı zamanda sosyoloji ve tarih felsefesine aşina bir düşünürü dinledik.”
Bir Moskova akşamında Suat Hoca’mızı Tatarların Cosmos Otel’de tertiplediği bir etkinliğe davet ediyorlar.
Gecede, komünizm karanlığında ışığı taşıyan kahramanlar konuşuluyor.
Tatar sanatçılar birbirinden güzel türküler söylüyor.
Bir sanatçının söylediği
“Süyümbike” türküsü salonu rüzgâr yemiş ekin tarlasına çeviriyor.
Tatarların kahraman kadını için söylenen “Sen her Tatarın kalbinde bir parçasın” sözlerinde salondaki heyecan ve teessür doruğa çıkıyor.
Biz de Tatarların dediği gibi diyoruz.
Ey Medreseyi Muhammediye’de ders görenler!
Mezun olanlar!
Gaybubettekiler!
Gurbettekiler!
Muhterem Suat Hocam!
Ve Muhterem Hocam, Hocafendimiz!
Sizler kalbimizden bir parçasınız!
03 Eyl 2023 11:08
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.