Bazı akşamlar balkona oturup gecenin seslerini dinliyorum.
Birkaç günden beri aralıksız esen imbatlar geceleri biraz hafifliyor.
Komşu ülkenin havaalanından kalkan uçaklar, karanlık sularda yüzen gemiler gibi bir yanıp bir sönen ışıkları ile üzerimizden geçip gidiyorlar.
Karanlıkta kavisler çizerek uçan martılar sesleri ile geceyi birbirine katıyorlar.
Batı yakasında önce Çoban Yıldızı görünüyor.
Çok geçmeden karanlığa ayarlı fotoselli lambalar gibi diğer yıldızlar da birer ikişer göz kırpmaya başlıyor.
Gece ilerledikçe yıldızlar korosunun en güzel, en parlak bestesi Çoban Yıldızı, sanki ‘‘Bana ihtiyaç kalmadı.’’ der gibi kuzey istikametine doğru yavaş yavaş alçalarak kayboluyor.
Çoban yıldız kaybolunca içime bir hüzün çöküyor. Kendimi yapayalnız hissediyorum.
Büyük bestekar Kayahan sedye üzerinde yoğun bakım odasına götürülürken hemşireye kızını göstererek “Bu benim en güzel bestem.” diyor.
Her sanatçının taç bestesi vardır.
Yeni dirilişi evrensel bir besteye dönüştüren Hocaefendi’nin de en güzel bestelerinden biri hiç şüphesiz Mehmet Ali Şengül Hocamızdı.
Hizmet Hareketi’nin Çoban Yıldızı’ydı o.
Böyle bir yaz günü göklerde süzülen bir sülün gibi sonsuz ufuklara doğru uçtu gitti.
O bize hep gülümser, hep umut verir, hep yanımızda olurdu. Bakışları sadece gözlere değil gönüllere de dokunurdu.
İskoçlar, güzel adamı, iç güzelliğini dış güzelliğinin tamamladığı insan olarak tanımlar.
Mehmet Ali Hoca’mız öyle bir insandı.
Davranışları soyluydu.
En mutlu anında bile yüzünden hüzün eksik olmazdı.
Dişleri görünecek kadar güldüğünü gören hiç olmadı.
İnsanlığın ıstırabı ona gülmeyi unutturmuştu. Yine de gülüşü hiç yok değildi ama kendine özgüydü.
Tatlı bakışları büyüleyiciydi.
Zarif görünüşü, temiz yüzü, enerjik bir yapısı vardı.
Bunca özelliklerine rağmen kendini beğenmiş biri değildi.
Çok mütevazı idi.
Güzel giyinir, güzel konuşurdu. Kendinden değil, kalbinden konuşurdu.
Dava arkadaşları onun vefatına çok üzüldüler. Dünyanın her yerinde onun için gıyabi cenaze namazları kılındı, hatimler okundu.
Ahir zamanda gelmiş bir sahabe gibiydi.
Titizdi, temizdi, kokusu gönüllere inşirah salan bir çiçekti. Nizamı, intizamı çok severdi. Severdi, sevilirdi.
Bir hoca, bir âlimdi ama hepsinden öte bir ağabey, bir kardeşti. Bir ömür boyu her konuşması marifet ve muhabbet temalı idi.
“Aman kardeşlerim, uhuvvet çok önemli!” derdi.
Ateşi gittikçe artan bir fırına dönen meclisler, gönlünden ve gözünden dökülenlerle gül bahçesine dönerdi.
Bu güzel insan Denizli’de hafızlık yaparken gizli gizli Muzaffer Arslan’ın Risale-i Nur derslerine gitmeye başlıyor.
Muzaffer Arslan kendini Hizmet’e adamış, sözleri, gönüllere dokunan biridir.
Pantolonun dizleri yamalı, ceketi de işte öyledir.
Bir gün ders yaparken birden duygulanıyor ve;
“Kardeşlerim! Ben bir işe girip çalışsam bu Hizmet’i dolaşarak anlatacak kimse yok. Mecburen dolaşıyorum. Çantamdaki kitap ve cevşenleri satarak rızkımı çıkarıyorum. Derslere gelen çok olmuyor. Bazen aç kalıyorum. Ben üç gündür doğru dürüst bir şey yemedim. Çok aç kaldığım bazı günler ya hapishanenin ya da hastanenin çöp tenekelerinden bir şeyler bulup yiyorum.” diyor.
Asrımızda sahabe hayatı yaşayan bu zat Erzurum’da Hocaefendi’yi de Risale-i Nurlarla tanıştırıyor.
Denizli’de hafızlığını tamamladıktan sonra Mehmet Ali Hoca’mız İzmir Kestane Pazarı Kur'an Kursu'na gidiyor.
Yaşar Hoca, “Evladım, Hoca sözü dinle ve gitme!” diyor.
“Hocam sizi dinliyorum ve gitmiyorum.” diyor.
Bir gün Yaşar Hoca İzmir’den gidiyor.
Baharın dallarda, yapraklarda uç vermeye başladığı bir gün Fethullah Gülen Hocaefendi elinde çantası ile Kestanepazarı’na çıkıp geliyor.
Mehmet Ali Hoca herkesten önce koşuyor.
Herkes ona karşı durduğunda o hep yanında oluyor.
Hizmet medeniyetinin maya tutmasına büyük katkı sunuyor.
İnsanları Hocaefendi’nin etrafında toparlıyor, kendini mahviyete, onu nazara veriyor.
Hocaefendi onun samimiyetini, fedakârlığını çok seviyor.
Yeni bir dirilişin destanını yazarken çekmediği çile, görmediği işkence kalmıyor.
Muhtereme eşi, “Yirmi beşinciden sonra değiştirdiğimiz evi saymadım.” diyor.
1976 sonbaharında Hizmet Hareketi’nin ilk yurdu Bozyaka semtinde mütevazı bir törenle açılıyor. İlerde bütün bir dünyayı meşale gibi aydınlatacak olan Hizmet müesseselerinin ilki, gecenin en karanlığında parlayan bir ay gibi Çalıkuşu Mahallesi’nde parlamaya başlıyor.
Bozyaka Yurdu açıldıktan sonra Hocaefendi, yurdun beşinci katındaki küçük bir odaya yerleşiyor. Artık Hizmet’in kalbi orada atmaya başlıyor. Mehmet Ali Şengül yurdun müdürü, ilahiyat öğrencisi İbrahim Kocabıyık da yardımcısı oluyor.
Artık, Anadolu’dan gelen misafirler burada ağırlanıyor, buradan uğurlanıyor, projeler burada konuşuluyor, istişareler burada yapılıyor, Hocaefendi ilahiyat talebelerine hadis, tefsir, fıkıh, tasavvuf derslerini burada okutuyor. Hizmet Hareketi’nin beslenmesinde, şekillenmesinde çok önemli rol oynayacak olan Beşinci Kat kültürü bu mütevazı binada hayat buluyor.
Hocaefendi, yeni dirilişin güftesini yazmakla kalmıyor, onu besteliyor, yorumluyor, koro ile söylüyor ve nihayetinde evrensel bir besteye dönüşeceği günü sabırla bekliyor.
Mehmet Ali Şengül Hocamız hareketin en güzel bestelerinden biri oluyor.
Allah’ı ve Rasulullah’ı tanıtmak ve sevdirmek asli vazifesidir onun. Sadece yurttaki talebelerle değil genç-ihtiyar, talebe-öğretmen herkesle fırsat buldukça ilgileniyor.
“Sizi tanımıyorum. Sizinle bir hak hukukumuz olmadı. Niçin özür diliyorsunuz?” diyor.
“Ben, görevim gereği olarak, sizi beş yıldır takip ediyorum. Bu beş yılda hangi partiye mensup olduğunuzu bile tespit edemedim. Ama ülkenin geleceği olan talebe ve gençlerle yakından ve çok samimi ilgilendiğinizi tespit ettim.
Bir gün kar yağmıştı, hava oldukça soğuktu. Öğleyin namazlarını kılıp giden talebelerden biri çıplak ayakla çıktı camiden. Eliyle çamurlu ve ıslak çoraplarını sıkarak giymeye çalışıyordu. Siz sırtına elinizle dokunup bir şey söylediniz. Sesinizi duyamadım ama zannediyorum ‘Bekle burada.’ dediniz. Süratle gidip evden veya çarşıdan bir çift çorap ve ayakkabı alıp getirdiniz ve o talebeye giydirdiniz.
Siz gittikten sonra ben değişim sahnesinin yaşandığı yere vardım. O çocuğun bıraktığı ayakkabısının altının olmadığını gördüm. Demek ki çorapla yere basıyormuş. Siz ayakkabı ve çorap vermeseydiniz o ıslak ve çamurlu çorabı tekrar giyip, altı olmayan ayakkabısıyla okuluna gidecek ve kim bilir belki de hasta olacaktı.
Bu manzara karşısında oldukça duygulandım ve ben galiba melekleri takip ediyorum diye kendimden utandım. Üstlerime verdiğim raporda ‘Bu insanlardan bu ülkeye zarar gelmez.’ dedim. Ama bir de sizi takip ettiğim, size suizan ettiğim için sizden özür dilemek istedim.”
Mehmet Ali Hocamız yüreklere dokunan bir insandı.
1980 darbesinde tutuklanıyor.
Bornova Polis Karakolu’nun koridorunda ayakları yalınayak, paçaları ıslak, gözleri siyah bir bantla bağlı, tek ayak üstünde tutulurken görüyorlar onu.
Ayaklarını ustura ile kesip tuz basıyorlar.
Kum torbaları ile böbreklerine vuruyorlar.
O işkence izlerini bir ömür boyu vücudunda taşıyor.
Hocaefendi, şartlar ne olursa olsun hizmetlerin aksamasını istemiyor, insanların morallerini hep yüksek tutmaya çalışıyor. Küçük gruplar halinde bile olsa hemen bütün toplantılar devam ediyor.
Hocaefendi, ömrünün hiçbir döneminde sabahın olmasını, güneşin doğmasını beklemiyor. Gecenin en karanlığında da yapılacak işlerden asla geri durmuyor. Musibetleri fırsata çevirmesini biliyor.
Bir gece, bir hizmetin ihmalinden dolayı Hocaefendi’nin canı çok sıkılıyor. Gece yarısı çantasını alıp Bozyaka Yurdu’ndan çıkıyor. Hatay Caddesi’ndeki Üç Yol Kavşağı’na doğru yürüyor. Tabii toplantıda olan arkadaşlar çok üzülüyorlar. Hatta bazıları baygınlık geçiriyor.
Ülkede askeri idare vardır. Sokaklarda, devriye gezen askerlerden başka kimse yoktur.
1982 darbe hükümeti tarafından ilan edilen sokağa çıkma yasağı devam etmektedir.
Her zaman olduğu gibi önce Mehmet Ali Hocamız Hocaefendi’nin peşinden koşuyor. Sonra oradakilerin hepsi…
Issız İzmir geceleri bir yıldızlar geçidine sahne oluyor.
O günlerde Hocaefendi’nin resimleri duvarlarda, billboardlarda asılıdır.
Köşe bucak aranmaktadır. Devriye gezen askerlere her an rastlamak işten bile değildir. Üç Yol Kavşağı’na yaklaştıklarında Mehmet Ali Hocamız, “Hocam ne olur, Allah aşkına! Arkanıza bir dönüp bakın.” diyor. Hocaefendi dönüp arkasına bakıyor, sanki arkasından bir ordu geliyor. O an durumun vahametini anlıyor ve geri dönüyor.
Sabah yakındır.
Gergin bir akşamın ardından gece de gerilmeye başlıyor. Herkes bir köşede oturmuş, düşünceye dalmış kumrular gibi sabah ezanlarını beklemeye duruyor. Mehmet Ali Hocamız, bir kanepenin üzerinde otururken kirpikleri hafifçe kapanıyor. Sabah ezanları İzmir minarelerine can vermeye başlayınca hem gördüğü rüyadan hem de uykudan uyanıyor.
Namazdan sonra Hocaefendi tatlı bir tebessümle Mehmet Ali Hocamıza dönerek, “Haydi anlat!” diyor.
Mehmet Ali Hoca sükût edince tekrar “Anlat!” diyor.
Acaba gece yaşananları mı anlatmamı istiyor, diye düşünürken Hocaefendi, “Gördüğün rüyayı anlat!” diyor.
Mehmet Ali Hoca başlıyor anlatmaya…
“Efendim az önce kanepede otururken kendimden geçmişim. Rüyamda, beş on arkadaşımızla Bursa Ulucami’nin çarşıya açılan yan kapısından içeriye zorlukla girdik. Cami tıklım tıklım doluydu. Siz kürsüde heyecan içinde konuşma yapıyordunuz. Gözümüzle bir boşluk ararken, yönü cemaate dönük olan Üstad Hazretleri ile göz göze geldik. Yanında, kim olduklarını bilemediğim büyük zatlar da vardı. Eliyle pencere kenarını işaret ederek bizi davet etti. Tek sıra olup Üstadımızın yanına varıp oturduk. Eliyle sırtımı sıvazladı. Hala sırtımda o sıvazlamanın tadını hissediyorum.
Siz konuşmayı bitirir bitirmez koşarak gelip Üstadımızın ayaklarına kapandınız.
Üstad Hazretleri sizi tutup kaldırdı. Sarılıp alnınızdan öptü ve şu tarihi sözü söyledi;
“Evladım! Şu anda konuşma sırası sende!”
09 Tem 2023 11:19
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.