Son Osmanlı Askeri

  • Harun Tokak
  • Harun Tokak
    29 Eki 2023 11:19



    1917 baharı…
    Baharın geleneğine uyarak toprak kabarıyor, tabiat canlanıyordu. Kırlarda çiçekler açıyor; arılar, kelebekler uçuşuyordu. Ama bereketli Filistin topraklarında hazan rüzgârları esiyordu. Sanki her tarafta cenaze marşı çalıyor, insanlar sokaklarda ölü gibi yürüyorlardı. Her şey büyük bir fırtınanın habercisi gibiydi…
    Birinci Cihan Harbi başladığı günden beri yabancı devletlerin uçakları kutsal toprakların üzerinde özgürce uçuyordu.
    Mehmetçiğin kahramanca savunmasına rağmen Gazze düşmüştü. 
    Düşman orduları Kudüs’e doğru ilerliyordu.
    Kudüs, Osmanlı Devleti’nin son karakoluydu. Burası düştüğünde artık dayanabilecek cephe kalmayacaktı.
    Kudüs cephesi tıpkı Çanakkale cephesi gibiydi. Hemen her milletten, her dinden insan hem de cephenin her iki tarafında savaşıyordu.
    Osmanlı hatlarında Avusturyalı, Macar, Ermeni, Bulgar ve Alman askerler vardı. Bazıları Yahudi, pek çoğu Hristiyan’dı.
    Gazze düştüğünde aslında Kudüs’ün de kaderi belli olmuştu.
    Alman subaylarının da yer aldığı Türk ordusunun hali içler acısıydı.
    Kış bastırmıştı.
    Siperdeki askerin üzerinde neredeyse üniforma bile yoktu. 
    Cephaneleri tükenmiş, kumanyaları kalmamış ve cephede yarı aç yarı tok savaşmak zorundaydılar. 
    Ve 1917’nin son günleri...
    başında İtilaf devletlerinin ordusu Kudüs kapılarına dayanıyor.
    Kahraman Osmanlı askerleri tarafından Kudüs savunmasının son savaşı 5-9 aralık tarihleri arasında Zeytin Dağı eteklerinde ve Samuel Peygamber’in türbesinin bulunduğu tepede oluyor.
    Akşam üzeri şiddetli bir soğuk çıkıyor. İnsanı iliklerine kadar ıslatan sulusepken yağmaya başlıyor. Osmanlı askerlerinin çoğu yazlık elbise içinde, ayakkabı ve çamaşırları perişan, kaputları, portatif çadırları yetersiz, acıklı bir halde siperlerde düşmanı beklemektedir.
    Fahrettin Altay askerin bu perişan haline bir çare bulmak için koşuşturuyor.
    Hiç olmazsa camilerdeki halı ve kilimlerin cepheye gönderilerek askerin üzerlerinin örtülmesi için uğraşıyor. Fakat bu dahi mümkün olmuyor.
    Kudüs’ü savunan Türk askerlerinin kahramanlığı, içinde bulundukları şartlar düşünüldüğünde daha da büyür.
    Ve köylerinden yüzlerce kilometre uzakta, kar ve sisin bastırdığı bir gecede Osmanlı askerleri vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak için hayatlarını feda ederler. 
    Altı yüzyıllık Osmanlı, Çanakkale’de çökmemiştir… Galiçya’da çökmemiştir… Balkan Savaşları’nda kaybetmiş ama çökmemiştir… Sarıkamış’ta dökülmüş ama çökmemiştir… 
    Osmanlı, kazanma umudu taşıdığı son cephede çöküyor.
    1917 kışında Osmanlı askerleri ağlayarak Kudüs’ü terk ediyor.
    Osmanlı’nın bir Kudüs’ü vardı.
    Kudüs’ün de bin bir türlü Osmanlısı…
    1917’i kışında bin bir Osmanlıdan biri onu terk ediyor: Türk ordusu...
    Ama bin Osmanlı hala oradadır. Osmanlı Müslüman Arapları, Hristiyanları, Yahudileri, Çerkezleri, camileri, kiliseleri, manastırları, bazilikaları, şapelleri, Ağlama Duvarını, sinagogları, yeşivaları, mikveleri, türbeleri geride kalıyor.
    En önemlisi, Osmanlı hatırasıyla Kudüs’te kalıyor.
    Yer yer çatışmaları, krizleri, savaşları olsa da, genel anlamıyla dört yüz yıl süren bir barış tarihidir Kudüs’teki Osmanlı tarihi.
    Kıyamet Kilisesi ve Ağlama Duvarı başta olmak üzere bütün kutsal mekânlarda hala daha Osmanlı’nın 1852 Statüko Fermanı geçerlidir. Kıyamet Kilisesi’nin anahtarları da hala Müslüman bir ailededir.
    Kudüs’teki Osmanlı unutulur gibi değildir… 
    Kudüs, Osmanlı’nın rüyasıdır...
    Osmanlı sultanı rüya görür. Kudüs halkı susuzdur. Emir verir, Beytüllahim’den Kudüs’e kadar su kanalları açılır. 
    Bir başka gün bir başka sultan rüya görür. Aç aslanlar kendisine saldırıyordur. Etrafının surlarla çevrilmesini ve rüyadaki aslanların da kapılardan birinin girişine nakşedilmesini emreder.
    Bir başka gün Sultan Abdülhamit rüyasında Hazreti Fâtımatüzzehra’yı Kubbetü’s-Sahra’da namaz kılarken görür, namaz kıldığı yere mihrap yaptırır.
    Yine bir gün duyar ki Hristiyan hacılar yolda telef oluyor. Yafa şehinden Kudüs’e kadar tren yolu yapılır.
    Bugün, Osmanlı’dan ‘Kudüs’te herkese yer var.’ dersini alamamış olan sevenleri çok kıskanç… 
    Çünkü “İbrahim Halilullah” diyenleri kucaklayan Osmanlı yok artık… 
    Çünkü Ömer’in emanını, Yavuz’un fermanını, Abdülhamid gibi çatışmaların dermanını bilen yok…
    Çünkü paylaşılamayan bu güzel şehrin sevdalıları bilmiyorlar ki Kudüs paylaşılabildiği ölçüde güzeldir.
    Burada her taşın yüzlerce yıllık tarihi, binlerce sayfada anlatılamayacak hikâyeleri olduğu gibi; şadırvanlar, sebiller, sular, kuyular da milyonlarca kalbi heyecana getirecek bir kutsallığı bağrında taşır.
    Kudüs’teki Osmanlı unutulur gibi değildir…
    1970’li yıllarda Kudüs’e giden İlhan Bardakçı On İki Bin Şamdanlı Avlu’nun kıyısında bir abide gibi duran doksan yaşlarındaki bir adam dikkatini çekiyor.
    Orada, ayakta durmaktadır. Sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktır. Minare şerefesi gibi geniş omuzları, iki metreye yakın boyu ile yaşlıdır ama bir o kadar da vakurdur. 
    Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması, her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise... Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışmaktadır sanki. Kafasında eski bir kalpak, sanki kanatlanıp gidecek bir kumru misalidir.
    İlhan Bardakçı, ‘‘Acaba bu adam, bu sıcakta, güneş altında neden dikilip duruyor?’’ diyor içinden. 
    Kendini gezdiren rehbere soruyor.
    ‘‘Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler. Delinin teki herhalde.’’ diyor rehber.
    İlhan Bardakçı o kişinin, o yaşta, o sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini bilir. Bembeyaz sakalının hafif titremesi rüzgârdan mıdır, senelerin bedene yüklediği ağır yükten mi bilemez. 
    Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kalır. Yanına gidip bir selam vereyim diye düşünür.
    ‘‘Selamün aleyküm baba.’’ 
    Adam başını biraz İlhan Bardakçıya doğru çevirir, duraklar ve çatallanmış titrek bir sesle:
    “Aleyküm selam oğul.” 
    ‘‘Hayırdır baba, sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’’ 
    “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.”
    Sesinde titreme kalmamıştır. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarlar:
    “Ben, Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nde İngiliz’e saldırdı. Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdad yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz orduları Gazze düşünce Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık.”
    Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızdaki kolağamız (yüzbaşı) ağlayarak şu sözlerle askerlerine veda etti:
    ‘‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse düşmana bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’
    Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti, geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan.”
    Alnından akan terin, gözyaşına karışarak kırış kırış olmuş yüzünde kendine yol bulup aktığı o esrarengiz adam;
    ‘‘Sana bir emanetim var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?’’diyor. 
    ‘‘Elbette baba!’’ 
    Sanki Türkiye’ye haber göndermek için yıllarca birini beklemiştir.
    “Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse, Mescid-i Aksâ’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır. Hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.’ de.”
    “Emanetin bendedir baba!”
    Bir yandan gözyaşlarını silmeye bir yandan da adamın dediklerini not almaya çalışan İlhan Bardakçı;
    Adamın nasırlı ellerine sarılır öper, öper, öper… 
    “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var, sen selam götür tanıdık tanımadık herkese.” 
    “Aleykümselam, Allah’a emanet ol baba!”
    İlhan Bardakçı, kanını donduran bu olayın etkisinden günlerce kurtulamaz. Sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşısına çıkmıştır. Rehbere bu askeri takip etmesini, bir şey olursa mutlaka haber etmesini ister.
    Türkiye’ye dönünce verdiği sözü yerine getirmek için Tokat’a gider. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini bulur. Vefat edeli yıllar olmuştur. 
    Seneler birbirini kovalar. 
    Aradan on yıl geçer.
    1982’de bir gün ofisine geldiğinde masasının üzerinde bir telgraf görür.
    Rehberden gelen bir tek cümle yazılıdır:
    Mescid-i Aksâ’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü.”

    29 Eki 2023 11:19