Hocaefendi ile Antalya’dan Burdur’a doğru gidiyorduk.
Nevzat Ayvacı, Ahmet Kara, Naci Tosun, Cevdet Türkyolu gibi isimleri hatırlıyorum.
Gökte katar katar kara bulutlar sanki yaklaşan bir tehlikeden haber verircesine telaşlı telaşlı koşturuyordu.
Yol kenarındaki bir camide birlikte akşam namazını kıldık.
Özal iktidarda olmasına rağmen 1980 darbesinin savcıları Hocaefendi’yi Sefiller’deki Jean Valjean gibi köşe bucak arıyordu.
Duvarlarda, billboardlarda Hocaefendi’nin resmi, kanlı katillerle birlikte asılı duruyordu.
Hocaefendi Anadolu’yu mekik gibi dokuyor, ‘Moralinizi bozmayın.’ diyordu.
Kısa dönem askerlik yapan bütün talebelerini kışlalarında ziyaret ediyordu.
Antalya’ya gelişi de o cümledendi.
Hocaefendi’nin bindiği araba huysuz bir at gibi ikide bir kesik kesik öksürüyor, sonra da duruyordu.
Böyle zamanlarda Hocaefendi bu durumu hayra yormaz ve geri dönerdi.
Bu defa dönmedi.
Araba gelmekte olan bir tehlikeyi hissetmiş hisli bir at gibi Burdur’a kadar hep huysuzlandı.
Burdur girişinde kalabalık bir polis topluluğu karşıladı bizi.
Hemen Hocaefendi’yi arabadan indirip iki koluna girdiler. Böğrüne silahı dayayıp, “Kıpırdarsan karnını kurşunla doldururuz.” dediler.
Bize de arabanın camlarından silahları doğrultarak “Sakın kıpırdamayın!” talimatı verdiler.
Telsizlerle “Operasyon tamam!” anonsu geçtiler.
Hepimizi Burdur Merkez Karakolu’na götürdüler.
Bize de öyleydi ama Hocaefendi’ye karşı çok daha kaba saba davranıyorlardı.
“Komünistlerden daha kötüsün… Seni konuşturmasını biliriz… Aslında seni alırken öldürecektik ama etraf kalabalıktı… Konuşursan gidersin… Yoksa günlerce burada kalırsın!”
Hocaefendi, 12 Eylül İhtilali’nin üzerinden altı yıl geçmesine rağmen hala sıkıyönetim kurallarıyla kendisini gözaltına alan ve sorgulayan istihbaratçılara karşı aslanlar gibi kükredi:
“Siz emniyetten, asayişten bahsediyorsunuz. Eğer sizin elliniz kadar bu milletin asayişine hizmet etmemişsem kendimi aşağı atarım.”
Hocaefendi’yi bizden ayırdılar. Bir meçhule götürdüler.
Hepimizi tek tek sorguya aldılar.
Bir ara bir polise, “Lavaboya gitmek istiyorum.” dedim.
“Olmaz.” dedi.
Biraz sonra nöbet değişimi oldu. Yeni gelen polise “Lavaboya gitmek istiyorum.” dedim.
“Olur.” dedi.
Bir kapıyı açtım. Karşıma çıkan iki kapının biri kapalı diğeri açıktı. Açık olan sağ kapıdan içeri bakınca Hocaefendi ile göz göze geldim.
İdealleri ile bütün dünyayı kucaklayan insan, yosunlu duvarlarına tuvalet kokuları sinmiş daracık bir hücrede kırık bir sandalyenin üzerinde oturuyordu. Mahzundu ama kutup yıldızı gibi yine de gülümsüyor, yine umut taşıyordu.
Meleklerin koşmalarına hayran olduğu bu nezih insana reva gördükleri yer, bir tuvalet kapısına komşu, daracık, karanlık, pis kokulu bir hücreydi.
Karşımda sanki kardeşleri tarafından kuyuya atılmış bir Yusuf duruyordu. Karşımda sanki gözyaşları ile toplumun günahlarını yıkamak isteyen Anadolu’dan çıkmış bir Yunus duruyordu.
Sanki karşımda Anadolu’yu savaşın kuşattığı bir dönemde harabelerin arasından duru bir nehir gibi akan ve şehirlerin maddi yapıları harap olurken manevi yapıları imara duran, “Durun daha her şey bitmedi. Biz de uyursak halkı kim uyandırır?” diyen çağdaş bir Mevlâna duruyordu.
Karşımda, İspanya zindanlarında tam 27 sene çile çeken, elinin teriyle demir parmaklıkları eriten ve düşüncelerinden zerre kadar taviz vermeyen Güneş Ülkesi’nin yazarı İtalyan düşünür Tommaso Campanella duruyordu.
Bir heykel yapımında kendisini o denli işine kaptıran, heykel tamamlandığında çizmelerini çıkarmak istediğinde, ayağının derisi çizmeleriyle beraber çıkan bir Michelangelo duruyordu.
O gün, dünyayı aydınlatmaya azmetmiş bir güneşin daracık bir hücrede tutsak edilişini görmenin tarifsiz acısı siyah bir gömlek gibi geçmişti sırtıma.
Bir ömür boyu hiç silinmeyecek olan siyah beyaz o hazin fotoğraf dondu hafızamda.
Nasıl bir ülkeyiz ya Rabbi!
Pis bir kedi gibi kendi evlatlarını yiyor.
O gün iki kıymetli insanın, Burdur Sağlık Müdürü Hüseyin Rençber’in ve Avukat Muhammed Özkan’ın yapıp ettiklerine ve yiğitçe duruşlarına hayran oldum. Dr. Hüseyin Rençber’in, “Ben onun özel doktoruyum.” Muhammed Özkan da “Avukatıyım.” diyerek mutlaka görüşmeleri gerektiğini söyleyerek bas bas bağırmaları, yeri göğü yıkmaları bir kahramanlık örneği idi.
Hocaefendi’nin sahipsiz olmadığını haykırdılar.
Sürecin başında bir televizyon programında ‘‘Hocaefendi sahipsiz değil.’’ demiştim.
O sözün kıvrımlarında o iki yiğidin ve o geceyi birbirine katan kahramanların katkıları vardır.
Zor zamanların insanı olmayı öğrettiler bize. Fırtınalı günlerde güneşe sırt dönülmeyeceğini gösterdiler. Kutup Yıldızı’na bakarak yol alınacağını gösterdiler.
Sonraki gün özgürlüğümüze doğdu sabahın ilk ışıkları.
Polisler bize çok iyi davranmaya başladı.
Meğer gece biz hücrelerimizde eli kolu bağlı dururken birileri Ankara’yı ayağa kaldırmış.
Vefatında, Hocaefendi’nin “Yeri doldurulamaz.” dediği Hacı Kemal…
Bugün hayatta olsaydı Hocaefendi’nin sürgün hayatını bu kadar uzatmayacağını düşündüğüm bu büyük dava adamı gece saat 01:00 sularında Anavatan Partisi Bilecek Milletvekili Recep Kaya’yı arıyor;
“Hocaefendi’ye daracık bir hücrede işkence ediyorlar.” diyor.
Kaya, İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut’u arıyor.
Akbulut, “Özal’ı da bilgilendir.” diyor.
Kaya, Özel Kalem Müdürü Hüseyin Aksoy’u aradığında saat 02:30’dur.
Özal’ın Özel Kalem Müdürü, “Konu ne?” sorusuna Kaya, “Acil ve özel bir konu.” diyor.
Bir dakika sonra Özal hattadır.
Recep Kaya, “Efendim, Fethullah Hoca Burdur’da gözaltına alınmış.” der demez Özal, “Haberim oldu. Galip söyledi.” diyor. Özal’ın Galip dediği kişi, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Galip Demirel’dir.
Sabahın ilk ışıklarının özgürlüğümüze doğmasının sebebi işte bu gece güneşleridir.
Sanki her bir şey özgürlüğüne kavuşmuştu. Kuşlar özgürce uçuyordu gökyüzünde. Bulutlar oradan oraya gelinlik taşır gibi özgürce koşturuyordu. Bindiği arabanın içinde “Gönül huzurumun sınırını anlayamazsınız.” diyen Hocaefendi daha dün yasaklı olan Anadolu yollarında özgürce yürüyordu. Kışın gözyaşlarında özgürlük, türkü türkü yükseliyordu.
Suskun kürsüler Hocaefendi’yi bekliyordu.
Tam altı yıl aradan sonra Üsküdar’daki Çamlıca Camii’nin kürsüsünde bir Mirac günü göründü Hocaefendi.
Daha Hocaefendi’yi görür görmez başladı hıçkırıklar.
Aydınlık bir denizi andıran nurani saflar, önce şafak rüzgârına tutulmuş bir ekin tarlası gibi ırlandı sonra da sihirli bir âsâ değmiş Kızıl Deniz gibi iki yana yarıldı. Nice zamandır görünmeyen Kutup Yıldızı, açılan nurlu yoldan ruhaniyat göğünde yüzer gibi kürsüye doğru yürüdü.
“Fırtınalar bizi sindiremez. Biz hiçbir yere gitmedik. İşte buradayız!” diyen nur yüzlü gençleri uzun uzun süzdü…
Sonra tutsak kürsülerin dili çözüldü…
“Beş-altı sene var ki benim için bir hicran, bir hacir oldu; hakikat gamzeden sineleri görmedim. Üzülmedim, hakkımda verilen hüküm çok âlî bir divanda verilmişti. Rabbimin mahkûmu olduktan sonra üzülmemiştim. Rasulullah’ın yolunda olduğu için üzülmemiştim. Size karşı hizmet zannettiğim meselelerden dolayı olduğu için üzülmemiştim. İçimde bunun teselli verici esintileri vardı ama bir ıstırabım, bir hicranım, yenemediğim bir elemim vardı ki sizi toptan göremiyordum. Ne acıdır ki şu anda dahi sizlerle yürekten böyle karşı karşıya gelip dizlerimi dizlerinize verip sizinle sarmaş dolaş olamıyorum.
Zaman durmadan deveran ediyor. Karanlıkları ışıklar takip ediyor. Gündüzler gecelerin arkasından süratle geliyor. Tatlı haller sıkıntılı halleri takip ediyor. Fena günlerin arkasından iyi günler içlerimize inşirah salıyor, huzur salıyor…”
O bahar günü Çamlıca tepelerini dolduran o nurlu kalabalık bir daha gösterdi ki, bedenlerin hapsedilmesi ile ruhlar, hayaller hapsedilmiyor. Uçurtmayı vursalar da, yere düşmüyor, daha yüceliyor, daha da yükseliyor. Güneşe doğru yolculuk asıl o zaman başlıyor.
Uçurtma yükseldikçe, sevdalar, hayaller de yükseliyor.
28 May 2023 11:02
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.