Ahmet Kurucan Hoca’mızın yeni çıkan kitabı “Hatırdan Satıra”yı okuyorum.
Sabahtan beri havada yağmur sıcağı var.
Gün batımına doğru beyaz bulutlar önce griye sonra siyaha boyanıyor. Sağa sola telaşlı telaşlı koşmaya başlıyorlar. Sonra ahırdan kurtulmuş atlar gibi ansızın boşanıyorlar.
Ağaçlar, yollar, çiçekler ağlamaya duruyor.
Toprak ağlıyor, sular ağlıyor.
Siyah bulutlara sarınmış yıldızlar, kehkeşanlar, asuman ağlıyor.
Bütün cihan ağlıyor.
Hasılı her bir varlık kendince ağlıyor.
Sanki bütün varlıklar mah-ı Muharremde olduklarının farkında.
Gün batımıyla birlikte yanan sokak lambalarının ışıklı hareleri ağlıyor.
Ben kitabın göz yaşlarına dikkat kesiliyorum...
“Bir gün yanlış hatırımda kalmadıysa öğle ile ikindi arasıydı.” Diyor Ahmet Hocamız, “Kütüphanede ders çalışırken birden koridordan gelen müthiş bir sesle irkildik. Hıçkırık sesi ama ne hıçkırık. Höykürme derler bizim oralarda. Hıçkıra hıçkıra değil höyküre höyküre bir feryad ü figan. Semaya ulaşacak ölçüde yüksek bir çığlık halinde ortalığı kaplayan bir ses. Hemen dışarı çıktık. Aynanın önündeki tabureye oturmuş birinden geliyordu bu ses. Kimdi biliyor musunuz? Merhum Hacı Kemal Erimez Ağabey. Elinde bir mektup tutuyordu.
Elindeki mektup fırtınaya tutulmuş bir yaprak gibi titriyordu.
Ben şaşırmadım.
Zira Hacı Kemal Ağabey zaten bir gözyaşı kahramanıydı.
Bir gün İstanbul Altunizade FEM’in salonunda teravih namazını beklerken, “Eski Ramazanlar” demiştim. O anda ağlamaya başlamıştı. Hem de hıçkıra hıçkıra. Sakinleştikten sonra sordum, neden ağladığını. İki kelimeden oluşan “Eski Ramazanlar” tabirim etkilemiş onu.
O günlerin özlemi mi? Hayır, tam aksine. Bugünlerin aydınlığı…
“Herkes, eski Ramazanlar, diyor. Benim gençliğimde üç tane genç yoktu teravihe gelen. Şimdi bak, gençlerle dolu camiler teravihlerde.” dedi ve bir daha ağlamaya durdu.
Tacikistan’da kalırken Hocaefendi ile telefon konuşmalarına şahit oluyorduk. hizenin öbür ucunda o, beride Hocaefendi ağlardı. Ve daha da garibi, bir tek cümle bile konuşmadan telefonu kapattıkları olurdu.
Hıçkırıkları ve ağlaması kesilince Hacı Kemal Ağabey yanaklarına doğru süzülen gözyaşlarını elindeki mendille sildi ve titreyen eliyle mektubu bize uzattı.
Mektubun sahibi Ömer Kirazoğlu’ydu.
Kuba ve Kıbleteyn mescitleri gibi pek çok tarihi eserin mimarı olan Ömer Kirazoğlu aynı zamanda Medine’de mukim Nakşi tarikatının şeyhlerinden Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun damadıydı.
Mektubun başında büyük insanlara yaraşır ve yakışır tarzda Hocaefendi’ye saygı ve hürmetlerini ifade ediyordu. Bir yere geliyor aynen şunu söylüyordu: “Huzurunuzda oturup gül cemalinize bakıp ağlamak, ağlamak, ağlamak istiyorum.”
İşte burası Hacı Kemal Ağabey’in koptuğu ve hıçkırıklara boğulduğu yerdi.”
Ahmet Kurucan Hoca, “Hatırdan Satıra” kitabında ağlatan mektup hikayesini uzunca anlatıyor.
Lakin o mektubun bir de perde arkası var.
1960’lı yılların sonlarında Hocaefendinin İzmir’deki bütün koşturmalarının arasında onun iflahını kesen bir özlem vardır.
Peygamber hasreti…
Her yıl hacca gidenleri hep gıpta ile seyrediyor, tanıdıklarının eline bir mektup tutuşturup gümüş parmaklıklardan içeriye atmasını söylüyor.
Bir gün yine Kestanepazarı Kur’an Kursu talebelerine ders okuturken talebelerden birisi, “Hocam hacca gitmeyi düşünmüyor musunuz?” diyor.
Yarasına tuz basılmıştır.
“Ben kim, oralar kim?” diyor ve ağlayarak sınıfı terk ediyor.
Müdür odasında, başını Yeşil Kubbe’nin resmi üzerine gömerek gözünde gönlünde ne varsa dökmeye başlıyor.
Bir ara hayal meyal bir ses,” Hocam, sizi telefondan istiyorlar.” diyor.
Yumuşak ve zarif bir ses, “Hocaefendi! Bu sene, hacıların başında göndermeyi düşündüğümüz üç kişiden biri sizsiniz.” Bu ince ve narin ses Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ındır.
1968’in soğuk bir şubat günü Sevgili’nin köyüne doğru yolculuk başlıyor.
Mekke günlerinde Kâbe’den neredeyse hiç ayrılmıyor. Açlığı dayanılamayacak dereceye vardığında hurma veya bisküvi gibi şeylerle idare etmeye çalışıyor.
Medine günlerini hep Ravza-i Mutahhara’da, Rasulullah’ın komşuluğunda geçiriyor. Onun saatlerce Rasulullah’ın karşısında ayakta sarsıla sarsıla ağlayışı, yakarışları herkesi duygulandırıyor. Uhut şehitlerini ziyaret ediyor. Hz. Hamza ve Mus’ab bin Umeyr’in (ra) başında yüzünü topraklara sürüyor. Çevredeki herkes gözyaşlarıyla onu seyrediyor.
Ali Ulvi Hoca’nın dediği gibi, yüreğindeki yangınlarla gittiği kutsal topraklardan gönlünde çiçeklenen baharlarla dönüyor.
Bu olaydan tam on yıl sonra, bir ara Zaman Gazetesi’nin genel müdürlüğünü de yapan Recep Uzunallı birkaç arkadaşı ile hacca gidiyor.
O günlerde bir rüya görüyor. Rüyasını, ipekten, atlastan bohçalara sararak sadır sandığının en dibine saklıyor. Kimselere anlatmıyor.
Medine günlerinin birinde Peygamber’in(sav) komşuluğunda bulunan Hüseyin Avni Hoca, Receb Bey ve arkadaşlarını evine davet ediyor.
“Ali Ulvi Kurucu ve Ömer Kirazoğlu da gelecekler,” diyor.
Ali Ulvi Kurucu, “Hocaefendi, 1968’de geldiğinde, Kâbe’de yerlere yatıp yuvarlandı. Anladım ki er geldi, kurmay döndü. Hocanızın kıymetini bilin.” diyor.
Sonra da Receb Bey’e dönerek, “Rüyanı anlat. Niye saklıyorsun?” diyor. “ lem-i İslam duysun. Gördüğün rüya sana ait değil.”
Recep Bey şaşırıyor. Ulvi bir mecliste olduğunun farkına varıyor.
Rüyasını başlıyor anlatmaya;
“Bir ikindi vakti Kâbe’deyiz. Dünyanın her yerinden arkadaşlarımız Kâbe’yi doldurmuşlar. Ben üçüncü saftayım. Birden beyaz cübbeli, beyaz sarıklı bir hoca ‘Allahüekber’ diye gür bir sesle namaza durdu. Baktım Hocaefendi. Kafam bir anda Altınoluk tarafına çevrildi. Üstad Bediüzzaman'ı gördüm. Başında siyah bir sarık vardı. Yeğeni Abdurrahman’la çekilen fotoğraftaki gibi genç ve güzeldi, heybetliydi.”
Ömer Kirazoğlu ayağa kalkıyor, “Üstadın sarığı ne renkti?”diyor.
Şeyhim Sami Efendi, bir muvacehe sırasında, ‘‘Ya Rasulallah! Türkiye’de gençler bozuldu. Türkiye’yi kime emanet ediyorsunuz?” diyor.
“Fethullah Hoca’ya!”
Kayın pederim Sami Efendi geçen yıl bu durumu bir mektupla Hocaefendi'ye yazdı ve ben de Uşaklı Ömer Yeşil’le gönderdim.”
İşte Hacı Kemal Ağabey’i hıçkırıklara boğan mektup, o mektuptur.
İnsanlık tarihinde Hazreti dem, Hazreti Yakub, Hazreti Yusuf, Hazreti Fatıma ve Zeynü’l Abidin’i “Beş Ağlayanlar” olarak sayarlar.
Bu beş insan, tarihte herkesten çok ağlamıştır.
Hazreti dem, cennetten çıkarıldıktan sonra o kadar çok ağlar ki gözyaşları yüzünde iz bırakır.
Hazreti Yakub, oğlu Yusuf’a o kadar ağlar ki gözlerini kaybeder.
Hazreti Yusuf o kadar çok ağlar ki hapishane arkadaşları;
“Ey Yusuf! Ya geceleri ağla, gündüzleri sus veya gündüzleri ağla, geceleri sus!” derler.
Hazreti Fatımatü’z Zehra da babasından sonra o kadar çok ağlar ki Medine halkı rahatsız olur ve:
“Ey Peygamber’in kızı! Gece gündüz ağlaman bizde derman bırakmıyor ki iş yapalım.” derler.
Kadınlar dışında Kerbela katliamının tek kurtulanı İmam Zeynü’l-Abidin de kırk yıl boyunca gözyaşı döker.
Önüne yemek bıraktıklarında ağlar, kendisine su getirdiklerinde ağlar.
“Ben birtakım şeyler biliyorum ki sizler bilmiyorsunuz. Ben Kerbela’yı hatırladığımda hıçkırıklar boğazımı sıkıyor.”der.
Zeynü’l Abidin ve onun soyundan gelen Ehl-i Beyt’in aydınlık simaları, güneşli günde yağan bahar yağmurları gibi İslam’ın ışığını asırdan asıra taşır.
Asırlar onların göz yağmurlarında yıkanır.
Onların soyundan gelen Bediüzzaman Hazretleri, Fethullah Gülen Hocaefendi gibi çağımızın mustarip insanları da asrımızı gözyaşları ile yoğurdular.
Bazen bir hapishanenin penceresinde, bazen Van Kal’ası’nın üzerinde, bazan Barla Dağları'ndaki ağaçların tepelerinde, gökyüzü kulübelerinde ağlarken görüyoruz Bediüzzaman Hazretleri’ni.
Hocaefendi 1971 muhtırasında tutuklu bulunduğu taş duvarların arasında yazıyor “Gözyaşları” yazısını.
Kubbeler, kürsüler, kamplar, yollar, ağaçlar şahit oluyor onun gözyaşlarına.
“Her gün, gecenin ikisinde, üçünde çocukların üzerini örtmeye gittiğimde; ya bahçede yeni dikilen fidanları sularken ya kollarını, paçalarını sıvamış çocukların tuvaletlerini temizlerken ya da hasırlı odasında ağlarken buluyordum.” diyen Mehmet Ali Şengül Hoca’lar şahit oluyor.
1979’da, Soma’da, bir Kadir Gecesi’nde, camiyi dolduran gençlerin göz yaşlarını görünce, “Bu iş ucundan, kıyısından maya tutmaya başladı. Başladı ama gelin bir de benim hasırlı odama sorun, ıslak seccademe sorun, Kur’an’ıma sorun, Cevşen’ime sorun.” diyor.
Cami pencereleri, Tahta Kulübe’ler, hasırlı odalar, ıslak seccadeler, susuz kuyular, suyu çekilmiş pınarlar, suya hasret toprak, ağlamayı unutmuş gözler şahit oluyor onun gözyaşlarına.
Bir nesil onların gözyaşı yağmurlarında yıkandı.
Bu Hizmet baştan sona bir gözyaşı medeniyetidir.
Ben, insanlık tarihindeki “Beş Ağlayanlar”a üstadımız Bediüzzaman’ı ve Hocaefendi’yi de ilave etmek isterim.
Zira onlar bütün çiçeklerin koparıldığı, budandığı bir devirde gözyaşları ile yeni baharlara yürüdüler ve yeni bir dirilişi hazırladılar.
Neruda’nın dediği gibi, bütün çiçekleri koparılsa da baharın gelişinin engellenemeyeceğini, gösterdiler.
Başkalarının derdine ağlamayı öğrettiler.
Onun için ben, insanlık tarihindeki “Beş Ağlayanlar”a, çağımızın bu iki gözyaşı kahramanını da ilave etmek istiyorum.
İnsanlık tarihinde en çok ağladığı kabul edilen yedi yüceler;
“Yedi Ağlayanlar”
30 Tem 2023 11:18
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.