Bu pazar Türkiye’de seçimlerin ikincisi yapılacak. Devlette en büyük yetki ve sorumluluğun kendisine teslim edileceği cumhurbaşkanını seçeceğiz. Kim hayırlısı ise o kazansın diyoruz. Fakat tarafların arasında hayırlısı yoksa ne olacak? Hayırlıyı veya hayırlı olmayanı iki tane adaya bakıp da tayin tespit edebilir miyiz? Her adayın kendi ekip ve taraftarlarıyla oluşturduğu bir şahsı-ı manevi vardır ve o hükmeder. Yani tüzel kişilik ya hayır veya şer olarak ağırlığını hissettirir.
Biz bu tür seçimlerde, siyasi boğuşmalarda nerede olmayız nasıl davranmalıyız? Çünkü siyaset (politika) bizim en önemli beslenme kaynaklarımızdan olan Risale-i Nurlarda şeytanla eş değerde tutulmuştur. Zararlı olarak görülmüştür. Bu bakımdan siyasetle aramızdaki mesafeyi, toplumu, çağı, zamanı ve kendi durumumuzu da hesap ederek doğru ayarlamalıyız. Aksi takdirde onun çekim alanına kapılır yanarız veya hak ettiği ilgiyi göstermeyerek gözü kapalı gafiller haline de geliriz.
Hocamızın 40 sene önceki siyasete ait sorulara verdiği cevaplardan anlıyoruz ki her vatandaş gibi biz de kesinlikle fiziksel bir mâni yoksa oylarımızı kullanmamız gerekir. Oy kullanmak siyasetin mahzurlu alanına dahil değildir. Çünkü Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri de göstere göstere Adalet Partisi’ne oy verdiği olmuştur.
Kime oy vermeliyiz? Dinli dinsiz, liberal sosyalist vs. Kime oy versek daha iyi olur? Kim hürriyetimizi temin ediyor ve demokratik ve hukuki haklarımızı kullanmamıza olanak sağlıyorsa onlara oy vererek destekleyebiliriz. Yani oy vermedeki kriter hürriyet ve serbestliğimizin temin ve tesisidir. Zübeyir Ağabeye; “Dindar bir parti var ona mı reyimizi (oyumuzu) verelim?” diye sorup onun görüşünü almak isteyenlere O, “hürriyetimizi kim temin ediyorsa oyumuzu onlara verelim. İlla dindar olacak diye tutturmayalım. Müftü seçmiyoruz ki başvekil seçiyoruz” türünden cevaplar vermiştir.
Taraf olup da birini desteklemeli veya o partinin iktidara gelmesi için çalışmalı mıyız? İşte bu kırmızı çizgimizi teşkil eder. Çünkü bizim gücümüz, imkanlarımız bugün ancak ahlaki ve kültürel olarak bir neslin yetişmesi ve muhafazasına yeter. Hatta buna bile gücümüz ve imkanlarımız tam yettiğini söyleyemezken siyaset yapmak gibi altından kalkamayacağımız işlere kalkışmak himmetin dağılmasına manevi ahlaki ve eğitimle alakalı dönen fabrika çarklarının durmasına ve dahi iflasına sebep olabilir. Siyasete müdahil olunabilir belki ama bu istisna ve zaruret haliyle sınırlı olmalıdır. Domuz etini bir Müslümanın zaruret halinde yemesine müsaade edilmesi gibi. Çünkü günümüzün siyaseti dinimizin ve ahlakımızın tasvip etmediği şekil ve tarzda yapılmaktadır. Yani dinimizin mühim olarak gördüğü bazı prensipleri, helalleri elimizin tersiyle itmeden siyaset veya politikada başarılı olmanın imkân ve ihtimali yoktur.
Bu günkü Ak Parti’nin temeli, başlangıcı olarak da görebileceğimiz Milli Nizam Partisi (26 Ocak 1970) kurulunca Zübeyir Ağabey sabaha kadar uyuyamaz ve sabaha karşı Mehmet Kırkıncı Hoca arasında şöyle bir diyalog geçer: “Duymadın mı? Yeni bir parti kuruluyormuş.” dedi. Duymadığımı söyleyince: Necmeddin Erbakan Bey, Tevfik Paksu, Hüsamettin Akmumcu birleşip yeni bir parti kuracaklarmış. Allah korusun bu yeni parti din namına kurulduğu için Müslümanları birbirine düşürür. Ve hizmetimize zarar verir. Buna bir çözüm bulmalıyız” der. (Ahmet Özer, Zübeyr Gündüzalp, sf, 299)
Yapılan uzun istişareler sonucunda o günün abileri, Risale -i Nur camiasının siyaset üstü bir pozisyon almasının daha uygun olacağı hususunda kanaat ve fikir birliğine varırlar. Siyasi boğuşmalarla neden ilgilenmediğini Üstadımız, siyaset yapılış tarz ve metotlarının tasvip edilemez olduğu gerekçesini ileri sürerek şu şekilde reddeder: “İnnel insane le zalum; İnsan çok zalimdir” (İbrahim,34) ayetine en a’zam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve mütessirane mücadelelerini seyr etmek, belki o acip zulümlere bakmak da caiz değil. Zülme rıza zülümdür. Taraftar olsa zalim olur. Meyletse “Zalimlere meyletmeyin. Yoksa size ateş dokunur.” (Hud, 113) ayetine mazhar olur.
Evet hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inat ve asabiyet-i milliye ve menfaati cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan dünyada vuku bulmayan gaddarane bir zulüm hesabına olduğuna kat’i bir delil şudur ki: bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askerini bulmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve Bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler milyonlar masumların kanlarını heder etmek...
Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine Halik–i Kainatın kudret ve rahmetine dayanmak ehl-i Kur’an’a farz ve vaciptir. Gerçi zındıka ve dinsizlik o boğuşmaların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak onun aksi cereyanına dayanmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.
Hem zındıka nifak hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazanmış olduğun günahlar, faidesiz boynunda kalır. Risale-i Nur şakirtlerinin vazifeleri iman olduğundan hayat meseleleri onları çok alakadar etmez. Ve merakla baktırmaz. (Kastamonu Lahikası, sf, 164)
Yani Üstadımız bize diyor ki; sermayesi yalan ve aldatma olan siyasetle meşgul olup da vaktinizi, ömrünüzü zayi etmeyin; işinize bakın.