Dünya kan ağlıyor desek yeridir. Zülüm ve kandan beslenen bir yapı dünyaya kan kusturuyor. Daha çok Ortadoğu coğrafyasında her türlü sefalet her türlü mezellet var. Hayır yarışında değil şerde yıkmada tarumar etmede olabildiğine bir mücadele var. Ve neticede “Nutk-ı şerif”inde Alvarlı Efe’nin dediği gibi son üç yüz seneden beri;
“Bâd-ı hazân(hazan rüzgarı) esdi bağlar bozuldu,
Gülistanda katmer güller mi kaldı?
Şecereler(ağaçlar) kırıldı barlar üzüldü,
El atacak dahî dallar mı kaldı?”
Felaketlerin felaketleri takip ettiği dönemde dertlerimizin bülbülü Akif'imiz “Şark(Doğu)” şirinde daha çok bir asırdan beri iyice kendini gösteren sefaletimizi bir tablo gibi tasvir eder:
«Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? » diyorlar. Gördüğüm: Yer yer,
Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar, yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar, işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Tagallüpler, esaretler; tahakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
«Gazâ» nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! .....
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perîşan yurda başvurdum.
Mezarlar, âhiretler, yükselen karşında dûrâdûr;
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr!
Derinlerden gelir feryâdı yüz binlerce âlâmın;
Ufuklar bir kızıl çenber, bükük boynunda İslâm’ın!
Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta;
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon cansa gırtlakta! (İstanbul, 19 Eylül 1334 (1918))
Ve aradan bir asır geçmesine rağmen hala Müslümanların yaşadığı beldeler Akif'in bıraktığı gibi duruyor. Mezelletler mahkûmiyetler emek mahrumu günler devam edip gidiyor.
Akif’in “Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar” mısraında ifade ettiği gamsızlık, düşüncesizlik ve başıboşluk Necip Fazıl’ın “Başıboş” şiirinde ayrı bir hal alır ve adeta boş vermişliğe dönüşür:
“Vatanımda sular akar başıboş;
Herkes birbirini kakar, başıboş.
Bozkırlardan topal bir tren geçer;
Çocuk, merkep, öküz bakar, başıboş.
Yanmaz da yürekler, ateşe atsan!
Bir kibrit bir orman yakar, başıboş.
Tarih, kutuplara kaçmış bir fener,
Buz denizlerinde çakar başıboş.
Yirmi dokuz harflik sözde aydınlar,
Yafta yazar, isim takar, başıboş.
Allah'ım, sen acı bu saf millete!
Aksam yatar, sabah kalkar, başıboş.”
Bu sefaletlerden kurtulmanın yolu ilk önce derdi gönlünde hissetmektir. Derdi anlamak, hale vakıf olmak çözümün yarısını elde etmek demektir. Bu derdi bir aşk haline getirip böyle bir felaket yaşadığımızdan dolayı günlerimizin “bayram günleri” değil “sefalet günleri, mezellet günleri” olduğunu ne kadar daha çok insana anlatır ve ikna edersek o kadar dertlenecek ve dolaysıyla sizi anlayacak kimseler var olacak demektir. Çünkü Yunus: “Aşksızlara benim sözün, benzer kaya yankısına” der.
Son üç asırdan beri devam eden yıkılışımızın ve son olarak Türkiye'de Hizmet’imizin başına gelen felaketlerle devam eden dertlerimizi anlattığımızda kayalaşmış kalplerin yankısını duymak ve şahit olmak istemiyorsak her gönle her beyne matem günlerini yaşadığımızı anlatarak bir türlü ikna etmeliyiz. Ki ağlanacak halimize gülen dikenler etrafımızı sarmasın.
“Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bâri gülmekten utan!..
“His” denen devletliden olsaydı halkın behresi :
Pâyitahtından bugün taşmazdı sarhoş na’rası!” deyen Akif’in belirttiği çizgide bizi anlamaya hazır hüşyar gönüller olabilsin.
Önce matemler ve karalar bağlamadan dertlerimizin iyi anlaşılması ve içselleştirilmesi lazım aziz dostlar. Mitingler, protestolar, haberler Youtube programları bunun için olmalı.
Kaba bir tabirle yediği sopayı unutan sopa yemeye devam eder. Kindar değil dindar olacağız fakat başımıza gelen felaketleri de unutmayacağız, unutturmayacağız. Ne diyordu büyük bilge Aliya İzzetbegoviç:
“Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.”
Çok önceden Sızıntı dergisinde okumuştum. Bir eğitim toplantısında Türk heyeti Japon heyetine; ‘çocuklarımızda milli şuur oluşturmak için neler yapmalıyız, tavsiyeniz nedir?’ diye sorar. Onlar da her yıl trenlerle ilkokul çağındaki çocukları alıp milli şuur verebilmek ikinci dünya savaşında atom bombasının atıldığı Hiroşima ve Nagazaki'ye götürüp ziyaret ettirdiklerinden bahsederler. Çünkü yaşanan felaketler bir millet için, bir cemaat için oku ileriye fırlatan yayın gerginliğini yaşatır. Siz de “kimi yamyam kimi Hindu kimi bilmem ne bela” diye Akif’in tarif ettiği Avrupalı devletlerin akvam -ı beşer halinde saldırıp 250 bin şehidin toprağa gömüldüğü Çanakkale şehitliğini çocuklarınıza ziyaret ettirebilirsiniz derler.
Evet bu bağlamda 2016 darbeden sonra hizmet insanlarının maruz kaldığı zülüm, darp, işkencelerin unutulmaması adına “Tenkil Müzesi” türündeki çalışmaları çok ama çok önemsiyoruz.
Dediğim gibi kindar değiliz fakat hemen hemen 3 asırdan beri devam eden felaket, mezellet ve mağduriyetlerimizi unutmamalıyız.
Çünkü Cemil Meriç’in dediği gibi: “Talihini değiştirenler, tarihinden rahatsız olanlardır.”
Değişim tam da burada başlıyor.