İsyanlar Lütuf mudur?

  • Hüseyin Odabaşı
  • Hüseyin Odabaşı
    18 Mar 2024 12:05

    İsyan, kalkışma veya baş kaldırma dinimizde var mı yok mu araştırmamız gerekir.  Peygamberimiz(sav) sahabesiyle beraber Mekke döneminde sivil bir hayat yaşadı. Mekke idaresine karşı isyan ve baş kaldırma yoktu ama, onların isteklerine boyun eğmek de yoktu. Hatta Peygamberimizin(sav) siyasi bir devrim veya darbe peşinde olup olmadığını anlamak için   Mekke Müşrikleri birkaç sefer bir keresinde Velit Bİn Muğire’nin içinde olduğu bir topluluk amcası Ebu Talib’in yanına giderek, bir keresinde de Daru’n- Nedve’deki toplantılarına davet ettiler. Bazan direkt bazan de dolaylı olarak dediler ki; “Eğer bizden başımıza reis olmak istiyorsan gel bize lider ol. Yok en zenginimiz olmak istiyorsan seni en zenginimiz yapalım. Peygamberlik iddia etmekle ne bekliyor veya ne yapmak istiyorsan onu elde etmende yardımcı olalım.” Onun cevabı “Bir elime ayı diğer elime güneşi verseniz ben vallahi davamdan vaz geçmem” şeklinde oldu. (Zehebi, Tarihu’l-İslam, Beyrut, 1413/1993,1/158) O bir ayaklanma tertip etmeyi düşünseydi zaten Mekkeliler ona bu ayaklanma ile elde edeceği mevkiyi veya makamı teklif etmişlerdi zaten.

    Mekkeli müşriklere bir isyan tertip etmeyen Peygamberimize(sav) ise Kuran’ı- Kerim bol bol “sabret” diyerek “müspet hareketi” tavsiye etti. Mesela münafıklara karşı yüz çevir anlamında “biraz sert ol” diyordu. (Hicr, 94)  , İbn-i Abbâs (r.a) rivayetine göre Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Velid el-Muğîre,  s bin Vâil, Esved bin Abdülmuttalib ve Ümeyye bin Halef, “Gel sen bizim putlarımıza bazen tapın biz de senin Rab'ına tapınalım” teklifine karşı; “Sizin diniz size benim dinim bana” (Kâfurun, 6) cevabını verdi. Hatta Kuran’ın ileri sürdüğü fikir ve düşünceler karşısında alternatif düşünce ve fikirlerle tutunmak mümkün olmayınca biliyorsunuz Mekkeli Müşrikler kılıca sarılmak ve savaş etmek zorunda kaldılar; Muaraza-i bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa mecbur oldular." (Mektubat, 19. Mektub)) Peygamberimiz(sav) değil bilakis Mekke'nin müşrikleri şiddete baş vurdu. 

    Fakat müminler toplu halde Kabe’ye kadar yürüyüp imanlarını haykırma yeni dinin temel özelliklerini anlatma hamleleri olmadı değil. Fakat bu tür hareketleri bir kalkışma, baş kaldırma veya devrim hamleleri olarak göremeyiz. Üstelik bu tür isteklerin çoğu Allah Resulü’nden(sav) değil daha çok imanlarının taşkınlığına engel olmayan sahabesinden geldi. Ebu Zer Gıfari Kabe’nin yanındaki bir taşın üzerine çıktı ve imanını haykırdı. Ve şiddete maruz kaldı. Bir ara Ebu Bekir, Peygamberimize(sav) teklif etti; gidelim Kabe’de insanlara anlatalım, diye. Peygamberimizin(sav) böyle açıktan peygamberliğini ilanı Müşrikleri fevkalade tahrik etti ve Efendimize(sav) ve Hz. Ebu Bekir’e eziyet ettiler. O denli Ebu Bekir'e dayak attılar ki öldü diyerekten bıraktılar. Bir de Kâbe'ye gelip hakkı hakikati anlatma cümlesine Hz. Ömer’in   Müslüman olduğundaki Kâbe ziyaretini eklemek gerekir.  Fakat bunların hiçbiri mahiyetinde şiddet barındıran bir ayaklanma veya Mekkeli müşrik idarecilerini hedef alan çıkışlar değildi.
     
    Zülüm ve baskı karşısında o zaman bizde dinimiz nasıl davranmamızı ister. Kötülük görüldüğünde yapılması gerekenleri ifade eden hadisler dahil bunların içinde devleti idare edenleri pasivize etmek veya onları alaşağı etmekle alakalı bir tavsiyeye rastlanmaz. Münker veya zülüm görüldüğündeki yapılması gereken müdahalenin boyutunu müdahaleyi yapması gerekenlerin sahip oldukları güçlerinin seviyesi belirler. Neye gücünüz yetiyorsa, o kadar! O kadarından sorumlusunuz.
    “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78)

    Bu hadise göre ancak diliyle müdahale edebilecek güce sahip olanlar eliyle müdahale ile mâni olunabilen münker veya zulmü bertaraf etmeye kalkmamalılar. Güç dengesinin olmadığı bir yerde böyle bir davranış dille anlatma veya müdahale imkanının da kaybolmasına sebep olabilir. “Maksadımızın aksiyle tokat yemek” gerçeği zuhur eder.  İbn-i Haldun bu gerçeğe işaret için, kendini zulme ve kötülüğe mâni olmakla vazifeli sayan pek çok cemaat veya cemiyetin güç dengesinin olmadığı bir yerde devlete karşı ayaklanmalarının helaklarına sebep olduğunu vurgular. 

    Aslında pek çok cemaat ve cemiyet, çoğu zaman zülüm üreten devlet aygıtı ile başa çıkmanın mümkün olmadığını bilir. Kalben buğuz etme veya dil ile müdahalenin ötesine geçmez veya istese de geçemez. Çünkü böyle bir mücadelenin sonucunda toprağın altına gömülmek mukadderdir. 

    Fakat zalim bir devlet,  fikir ve düşüncesi büyümekte olan toplulukların önünü kesmek isterse müdahalesini meşru bir zemine oturtmak için cemaatlerin kendiyle çarpışmasını, baş kaldırmasını aslında arzu eder. Her şeye rağmen meşru bir zeminde mücadelesine devam eden bir cemaate durup dururken savaş açıp yok etmek mümkün olmayacağından dolayı onları şiddete devleteler kendileri tahrik ederler. Ve her şeye rağmen o topluluk bu tahrike gelmez ve sabretme yolunu tercih ederse diktatör tiğnetli devletler o cemiyet hesabına plan yapar, tuzak kurarlar. Bazen kurulan bu tuzaklar o kadar gerçekçi olur ki bu tuzaklardan bir cemaatin veya topluluğun kurtulması çok zordur...

    Diktatör devletlerin ve nifakla gücü ele geçiren odakların tuzak kurması demek o cemaat veya masumlar adına, hesabına ayaklanma, baş kaldırma tertip etmesi demektir.  31 Mart vakasında Padişaha karşı “Padişahım çok yaşa” diyerek isyana kalkışmak neyse 15 Temmuz’da cemaat adına onun aleyhinde bir kalkışma tertip etmek aynı şeydir...

    Fakat 1925 in Nisan, Mayıs ayında Şeyh Sait isyanı bilindik isyanlardan biraz farklıdır. Etkisi geniş bir aşiret Şeyhi, laik ve Kemalist düzene şeriat elden gidiyor düşüncesiyle planlı bir isyana girişti. Ve böylece Kemalist idarenin arayıp da bulamadığı fırsatı onların eline vermiş oldu. Mart, Nisan ayında çatışmalar başladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 25(veya 52) bin kişilik ordusu 15 bin kişilik kuvvete sahip olan Şeyin birliklerini darman duman etti. Şeyh ve adamları idam edildi.

    Dini kurumları tahrip edip dikta bir rejim inşa etmek için Şeyhin isyanının bir bahane hükmüne geçeceğini ferasetiyle idrak eden Bediüzzaman Hazretleri Şeyhin “gel beraber bu zalim düzene silahlı bir direniş başlatalım” teklifini “şehit evlatlarını birbirine mi kırdıracaksın” diyerek reddeder.
     
    Gerçi bu laik ve Kemalistlerden Bediüzzaman ve talebeleri de çok çekmiştir. Otuz küsur yıl ömrü hapislerde ve sürgünlerde geçti. Fakat Bediüzzaman müspet hareketi, hukukiliği hareketine tarz olarak benimsediğinden devlete isyan tavrını benimsemedi... Kendi ihdas ettiği hukuka riayet etmeyen hükümete ve uygulamalarına karşı Nur Hareketi hep hukukun sınırları içinde kalmaya çalıştı. Bundan dolayı da Şeyh Said’in başına gelenler o derece Sait Nursi ve talebelerinin başına gelmedi diyebiliriz. 

    Şimdi tekrar konumuza dönecek olursak; Şeyh Said’in isyanına normal bir isyan değil de o günkü idareye arayıp da bulamadıkları fırsatı veren bir ayaklanma olduğunu şundan anlıyoruz.
     
    Bu isyan sebebiyle Şeyh Said’e “isyanından vaz geç” tepkisini veren Bediüzzaman da Van’da yakalanıp Barla ’ya sürgün edildi. Gerçi bu şer gibi gözüken bu durum Risale- i Nur hizmetlerinin başlamasına sebep oldu. Bu isyanla alakası olmayan hocalar yerinden yurdundan oldu. Kurunun yanında yaş da yandı, hem de bilerek.  Takriri Sükûn kanunu ilan edildi ve uzun müddet hakiki müminlere eziyete sebep olacak olan  İstiklal Mahkemeleri kuruldu. 

    Kazım Karabekir ve arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1925) alakasız bir şekilde bu isyandan ötürü tüzüğünde “dine saygılıdır” prensibi sebebiyle kapatıldı. Bu partide İstiklal harbini yapan Mustafa Kemal hariç bütün paşalar toplanmıştı. Partinin ana amacı tek adamlığa karşı demokrasiyi, parlamenter sistemi ve hukukun üstünlüğünü savunmaktı... Türkiye bu olayla tek adam rejimine esir oldu ve gerçek demokrasi ve parlamenter yönetimin yüzünü uzun müddet göremedi.

    Evet Şeyh Sait isyanı gerçekti fakat bu isyan sebebiyle son ışıklar da kapatıldı. Alınan tedbirler, samimiyetten yoksun bir fırsatçılıktı... Yani meşhur tabirle “Allah’ın lütfuydu...” 

    Maalesef aradan bir yüzyıl geçmesine rağmen zalim idarecilere “Allah’ın lütufları” eksik olmadı. 

    Fakat elle müdahale imkânı ve nimetine sahipken dille veya kalben buğuz ile yetinmek de dun himmetliliktir. Bu türlü pısırık tavır, ahlaksızların şımarmasına azgınlığın artmasına sebeptir. 

     
     

    18 Mar 2024 12:05