Günümüzde Müslümanların fıkha ait, içtihada dair güneş yüzü görmemiş meselelerinden dolayı sorunları artıyor. Fıkıh bitti mi? Çağın veya bu çağda yaşayan Müslümanların sorunlarına dinimizin çözüm üretme metodu olan içtihat bitti mi? Sorunlara çözüm üretme yeteneğini dinimiz bütün bütün kaybetti mi yani? Fakat hayat devam ediyor, durmuyor. Dinine göre yaşamak isteyen insanlara bilenlerin yardım etmesi gerekmiyor mu? Biz medeniyet atından ineli çok oldu fakat Müslümanlığımız devam ediyor. Anayasamız ve yasalarımız laisizme göre çalışıyor fakat bu durum Müslüman halkların yok olduğu, gizlendiği veya İslamiyet'in reforme edilip mahiyetinin değiştiği anlamına gelmiyor.
Bazı fakihlerimiz iş başa düştü diyerek içtihadın esnek ve mazuriyet şemsiyesine sığınarak önümüze düşüp ışık olmaları, nur olmaları ve yollarımızı aydınlatmaları gerekir. İçtihat eden isabet ederse iki sevap var, yanılırsa bir sevap var düsturu ortadayken her şeye rağmen aklı erenlerimizin fıkıh alanında kollarını sıvaması gerekir.
Osmanlı Devleti zamanında devlet eliyle yürüyen bir fıkıh, mahkeme, hukuk vardı. Fakat bu Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla şer-i şerife göre fıkıh günümüzün diliyle İslam hukuku durdu, durakladı.
İslam'da hukuk demek fıkıh demekti. Fıkhın yenilenmesi içtihatla mümkündü. Bediüzzaman Hazretleri’ne göre de içtihat yaparak yeni hükümler veya fetvalar vermek, dinin felsefe veya teorik kısmıyla alakalı bir durumdur. Çünkü dinin bir nazariyat yani felsefik kısma var bir de zaruret kısma vardır. Zaruretlerin oluşturduğu kısımla alakalı Kuran ve sünnet söyleyeceğini söylemiş ve ibadetlerin şekli tahakkuk etmiştir. Artık içtihada yeni bir hükme mesağ yoktur, gerek yoktur. Nazariyat kısmı zamana şartlara göre değişebilir, şekil alır. Fakat dinin zaruret kısmı kişilere ve zamana göre asıl itibarıyla değişmez. Eğer bu değişiklik dinin zaruret kısımlarına kadar inerse din değişiyor, başkalaşıyor, hatta bozuluyor demektir. Bundan dolayı namaz, haç, oruç ibadetleri 1400 seneden beri icra şeklinde bir değişiklik olmaz. Onların içtihadın konusu, mevzusu değillerdir.
Mecelle'nin doğuşu
Osmanlının son dönellerinde Osmanlı mahkemeleri iyice tıkanmıştı. Her mahkeme, müftü veya valiler fetvalar veriyor içtihatlarda bulunuyordu. Aynı konuyla alakalı değişik vilayetlerde değişik karalar alınabiliyordu. Fetvalar ve içtihatlar arasındaki denge irtibat ve mantık kaybolmuştu. Bu irtibatı sağlamak ve bütünlüğü temin etmek için Osmanlı Devleti'nde Ahmet Cevdet Paşa’ya görev verdiler. Paşa bu görev üzerine Nizamiye Mahkemeleri’ni tesis etti. Çünkü o günlerde Avrupa'nın etkisiyle meydana gelen modern mahkemeler şer’i konulara bakmıyorlardı. Ayrıca şer’i mahkemeler de vardı. Fakat bu durum farklı içtihatların ve uyumsuzlukların oluşmasına sebep oluyordu. Cevdet Paşa medeni ve şer’i ayrımına girmeden bütün konulara bakabilecek bir mahkeme temin ve tesis etti. Ve bu mahkemelerde hüküm verirken esas alınmak üzere de meşhur Mecelle’sini yazdı.
Lozan görüşmelerinde kapitülasyonları elbette kaldırabiliriz, çünkü bizim hukuk birliğini Mecelle ile temin ettik itirazında bulunan İsmet Paşa’ya rağmen Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz yasalarımızın bir kısmını İsviçre'den, bir kısmını Almanya'dan veya sair Avrupa ülkelerinden aldık. Yani Şer-i Şerifi bütün bütün askıya aldık.
Osmanlı’nın son dönemlerine giderek konuyu biraz daha tahlil etmeye anlamaya çalışalım. Mecelle yazıldı, fetvalar arasında bir mantık ve uyum yakalanmak istendi. Ancak Osmanlı’nın son döneminde dinin zaruret kısmını teşkil eden uygulamalar artık Türk toplumunda azaldı. Özellikle idare eden kesimler içinde ibadetlere karşı lakaytlık başladı. Birinci Dünya Harbi’nde paşaların veya askerlerin pek çoğu namaz dahi kılmıyorlardı. Türkiye devletin kurulduğunda meclise hararetle davet edilen Bediüzzaman Hazretleri, yaptığı etkin konuşmasında namazın değer ve kıymetinden bahsetmek zorunda kaldı. Zira vekillerin önemli bir kısmı namaz kılmıyorlardı. Namazın ve ibadetlerin terke uğradığı bir toplumda içtihatlar önemini kaybeder fakat dinin zaruret kısımları daha da önem kazanır. Bediüzzaman Hazretleri’nin Sözer'deki İçtihat Risalesi aslında bunu anlatır.
Ya Peygamberimiz (sav) döneminde durum nasıldı? Peygamberimiz (sav) kendine danışılan konularda vehy-i metluv veya vahyi gayri metluva göre hüküm verirdi. Yani kendisine danışılan konuda ya Kuran-ı Kerim’i meydana getiren vahiy gelirdi. Veya kendisi peygamberlik (sünnet) kaynağını kullanarak cevap verirdi. Çünkü bazı konular Kuran’da izah edilse dahi anlayış farklılığını bazen Peygamberimizin (sav) giderdiği olurdu. Teyemmüm yapmanın boy abdesti yerine geçebileceği ayetini Ebu Hüreyre, tozlu bir yere yatarak, bütün vücudu ile yuvarlanmak şeklinde anladı ve öyle yaptı da konu Efendimize (sav) arz edilince tebessüm etti. Elleri iki sefer toprak veya cinsinden bir şeye darp ettikten sonra elleri, kolları ve yüzü mesh etmenin yeterli olduğunu şeklen göstererek izah etti.
Daha sonra halifeler Müslümanların meselleriyle ilgilendiler. Hükümler verdiler. Konular artınca Hz. Ali davalara bakar oldu. Hz. Ali'nin fetvaları ölümünden sonra yazıldı. Elimizdeki ilk fıkıh kitabının Zeyd bin Ali Zeynel Abidin'in “el-Mecmu fi’l-fıkıh” adlı kitap olduğunu söyler Hamidullah Hoca.
İmamlar bu uğurda çok çile çekti
Yargıçlar ister halife isterse vali veya komutan gibi büyük görevliler olsun hükümetten (siyasi) hiçbir müdahale olmaksızın davaları karara bağlarlardı. Bu durum Emevî döneminde bile aynı konu hakkında farklı içtihatların doğmasına sebep oldu. Aslında kitap ve sünnette bulunmayan konularla alakalı her farklı fetvanın da doğru olduğuna her Müslüman inanırdı. Fakat bu farklılığın bir sınırı mantığı ve çerçevesi olmalı değil miydi? İbnu’l Mukaffa Ahmet Cevdet Paşa gibi kişiler Halife Mansur’a bu durumun düzeltilmesi gerektiğinden bahsetti. Fakat bu çalışmayı yapmak İmam Malike nasip oldu. Birkaç halife devrini kapsayan bu Muvatta’sını ancak Halife Harun Reşit zamanında bitirebildi. İmam-u Azam ise halifelerin yani siyasi iradenin bu işlerle meşgul olmasını doğru bulmazdı. Bu nedenle olsa gerek 40 büyük öğrencisiyle fıkıh akademisini kurdu. Her türlü konuya özgürce eğildiler. İmam Ebu Yusuf ise bu akademinin sekreteriydi.
Bu arada şunu arz etmeliyim ki yasa faaliyeti anlamına gelen fıkıhla meşgul olan büyük fakihler yaptığı işlerde siyasal iradeyi temsil eden sultan veya halifelerin etkisinde veya güdümünde kalmamaya özellikle dikkat ettiler. Örneğin Halife Me’mun’un “Kur’an mahluk mu değil mi” tartışmasına İmam Malik; “Beşer kelamı değildir” diyerek itiraz etti. Ve bu görüşünden dolayı cezalandırıldı. Beşerî konuların halledildiği kitap ve sünnetteki fetvalarla onların boş bıraktığı sahalarda fakihlerin veya halifelerin verdiği fetvaları aynı kefeye koyma hamlesini İmam Malik ferasetiyle sezdi ve ikisinin birbirine karıştırılmasına müsaade etmedi. Bu durum Halife Me’munu çok kızdırmış olacak ki İmamı hapse attırdı. İmam bu uğurda çok eziyet çekti ve işkence gördü.
Valiler, halifeler ve komutanlar bu günkü mahkemelerin hakimlerine benziyorlardı. Fakat o günün mezhep kurucu olan imamlarını, güneş yüzü görmemiş konuları ele alıp hükme bağladıklarından yani “yasa yapmaları” açısından günümüzün “yasa yapan” meclisine ve bilirkişi hayretlerine benzetebiliriz. Günümüzde de yasaların yapıldığı meclis ile yürütmenin başı olan hükümetle de ayrı bir muhtariyetin olduğunu biliyoruz. Yani yasama ve yürütmenin birbirinden farklı olması gerektiğini o büyük imamlar daha o dönemden sezmiş gibi özellikle sultanların etkisinde çalışmak istememişlerdir. Bu hukuk tarihi açısından ele alınıp başlı başına incelenmesi gereken önemli bir konudur. Bu dört büyük imamın ekonomik olarak bağımsız olmaları yani ticaret yaparak gelir temin ediyor olmaları da sultanların bu fakih imamlar üzerindeki etkisini kırmaktadır. Maaşların hükümetlerin belirlediği bir yerde meclisin veya mahkemede çalışan hakimlerin bağımsız karar vermelerini temin etmek mümkün olmaz.
Kurucan Hoca gibi alimlerimiz bir boşluğu doldurmaya çalışıyor
Günümüze gelecek olursak. Devlet mekanizması içinde İslam fıkhının işlevselliğinden bahsedemeyiz. Mahkemeler, hakimler şer- i şerife göre hüküm vermiyorlar veya verdikleri hükümlerde Müslümanların problemlerini hesaba katmıyorlar, maalesef! Yani son yüz seneden beri oluşan anayasaların referansları içinde de kitap, sünnet ve icma-i ümmet yok. Yok ama bu devletlerde Müslümanlar yaşıyor ve Müslümanlığa bağlı onunla alakalı konularla karşı karşıya kalıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri gibi içtihat kapılarını sonuna kadar kapatsak da hayatın dinimizle alakalı pencerelerini kapılarını daha uzun müddet kapalı tutmak mümkün değil. Bir de Üstadımızın dönemindeki gibi bir kar tipi ve boranın az da olsa gevşediğini bahar alaşımlı günler yaşadığımızı söyleyebiliriz.
O zaman bugün içinde yaşadığımız devletlerin mahkemelerinde çözülen konulara verilen karalara riayet edeceğiz. Fakat devlet mahkemeleri veya meclisimiz profan olduğundan yani bir Müslümanın sosyal hayatta karşılaştığı diniyle alakalı konularla ilgilenmediğinden dolayı ne yapacağız?
Devlet sistemi içinde bağlayıcı olmasa da günümüzün meselelerini fıkıh zaviyesinden ele alanlarımız çözenlerimiz olmalıdır. Müslümanların sorunlarını siyasal iradeden bağımsız olarak İmam Azam gibi ele alan fakihlerimiz olmalıdır. Kurucan Hoca gibi alimlerimiz bu boşluğu doldurmaya çalıştıklarından dolayı onlara minnettarız. Fıkıh eğitimi almış derin ilahiyatçılar kafa kafaya vererek devletlerin boş bıraktığı Müslümanlıkla alakalı konularda fetva vermeli, içtihatta bulunmalılar. Yoksa İslam fıkhına göre hüküm veren şeri mahkemeler yok diyerek oturmak, çözülebilecek sorunları çözmemek günahtır, vebaldir. Zaten fıkhı yani hukuku ikame edip ayağa kaldıran İmam-ı Azam gibi büyük zatlar bu işi yaparken siyasi yapının iradesini pek de esas almadılar. Onların içtihat etmedeki hürriyetleri, cesaret ve yiğitliği hüküm vermedeki hakkaniyetlikleri bizim miyarımız olmalıdır.
Fıkıh alnında konuşup Müslümanların problemlerini çözmeye çalışan hocalarıma sadece şunu söyleyebilirim. Teknik ve teknoloji dünyasında yaşayan Müslümanların sorunları problemleri çoktur. Mümkünse bu sorunları Üstadımızın dediği gibi her türlü uzmanın içinde bulunduğu heyetlerle çözmek gerekir. Bu mümkün değilse üç kişilik bir açık oturum türü programlarla bu konuları teşrih masasına yatırmak gerekir. Eğer bu da mümkün olmazsa o zaman tek de olsak bir başımıza da olsak sosyal medyanın imkanlarını kullanarak ferdi sosyal veya içtimai sorunlar karşısında Müslümanların nasıl davranmalarıyla alakalı fikir görüş içtihatlarımızı ortaya koymalıyız.
Müslümanların dinlerini yaşayıp rıza-i ilahi yolunda yarım santim mesafe alınmasına yardımcı olan her hocamıza saygı ve hürmetlerimizi iletiyoruz. Allah hepsinden razı olsun.