Zarurat – Hamse (2); Dini Korumak

  • Hüseyin Odabaşı
  • Hüseyin Odabaşı
    25 Mar 2023 15:14

    Geçen hafta Şer’i Şerif’e göre devletlerin hassasiyetle koruması gereken beş husustan bahsediyorduk. Aslında korunması gereken bu beş hususun devlete cemiyetlere, aile ve bireylere bakan yönleri de vardır. Fakat devletlerin bu noktadaki ihmalini ve bu ihmal sonucunda meydana gelen zararı başkalarının telafi etme imkânı yoktur. Örneğin canın korunmasında canilerin cezasız kalmasına karşı cemiyetlerin veya bireylerin yapabileceği çok az şey vardır ve sınırlıdır. Nasihatin ötesine geçemezler. Belki eğitimin bazı noktalarından işi ele alma imkânı da olabilir. Dahası anarşi doğurur. Devletin canileri cezalandırmadığı noktadan büyük bir karışıklık ve kaos meydana gelir. Bu bakımdan toplumun sulh ve selameti adına devlet dediğimiz mekanizmaların ve kurumların doğru düzgün çalışması ayrı bir önemi ve önceliği vardır. 

    Dinin korunması: İslamiyet toplumları din üzerinden tanımlar. Ve bunlara Ehl-i Kitap der. Hukuki haklar bu tanımlama üzerinden meydana geleceğinden ötürü fethedilen İran Mecusilerinin Ehl-i Kitap mı değil mi tartışmaları olmuştur. Günümüzde İslam hukuku cari olmadığından bu tür tartışmaların; yani Mecusileri Ehl-i Kitap sınıfına koyalım mı koymayalım mı tartışmalarının çok da bir değeri yoktur. Fakat o zaman öyle değil. Bu tanımlamaya göre çoklu hukuk içeresinde İranlılara hak ve sorumluluklar alanı belirlenecektir. 

    Devletin işlemesinden sorumlu olduğu çok hukuklu İslam hukukuna göre bir toplum Müslümanlardan ve Müslüman olmayanlardan meydana gelir. Yani Müslüman olmayanlar azınlıktır ve hakları titizlikle korunur, korunmalıdır. Peygamberimiz (sav) vefat ederken “men eza zimmiyen fakat ezani” diyerek vefat etmiştir. “Zimmilere eziyet eden bana eziyet etmiş olur.”  

    Hz. Ebu Bekir’den Fatih Sultan Mehmed’e kadar zimmi yani azınlık haklarına riayet etme babında fermanlar yayınlanmış ve her din sahibi toplumlara kendi dinleri hesabına eman verilmiştir. Örneğin Fatih’in Hristiyan Boşnaklara verdiği amanname halen daha ilgili kilisede ferman olarak durmaktadır. 

    Yani Müslüman bir devlet milleti ile birlikte sadece kendi dinini değil tebaası hükmündeki halkların dinlerini de korumak ve kollamakla görevlidir. Fatih’in İstanbul'u fetheder etmez Ortodokslara ekümenik hakkı tanıması bunun en açık delilidir. Peygamberimizin (sav) Medine’ye vardığında yerlilerle teşkil ettiği “Medine Vesikası” böyle bir zihniyetin veya inanışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. "Dinde zorlama yoktur” (…) ibaresinin olduğu bir kitaba inanan Sultan Mahmut; “Yahudi tebaamı havrada, Müslüman tebaamı camide, Hristiyan tebaamı kiliselerde görmek isterim” diye ferman yayınlattı. 

    Evet, her dini topluluk kendi dinlerinin referans gösterdiği hukuka göre muamele edebilirdi. Bir topluluğun kendi hukukunun olması ne demektir biliyor musunuz; bir manada devlet içinde devlet demektir. İslam (şeri i şerif) hukuku azınlıklar açısından temyiz görevi vardı. Yani Hz. Ebubekir'den Osmanlıya kadar Müslümanların idare ettiği devletler devlet içinde devlet diyebileceğimiz bir anlayışın ürünü olan çok milletli bir hukukla gül gibi idare edildiler. Öyle onlarda tek millet tek din diyerek inanışları tamamen yok etmeye kalkmak yoktu. 

    Günümüzde çok milletli bir hukuk olsa örneğin Almanya'da yaşayan Müslümanların aralarındaki hukuki sorunları kendi kültür ve dinlerine dayanarak oluşturdukları şeriat mahkemelerine; dış ilişkilerinde ve anlaşamadıkları konularda temyiz için Alman mahkemelerine müracaat etmeleri gerekirdi. 

    Yani dinin korunması prensibi sadece İslam dini için geçerli değildir. Bütün dinlerin korunması ve onların sosyal hayatlarını idameleri adına hukuki işlerlik kazanmalarına dahi müsaade etmek demektir. Henüz şu anki medeni dünya Medine Vesikası ve çoklu hukuk sistemi ile tarihte meydana gelen terakki seviyesine ulaşamadı. 

    Türkiye devletine gelince dinler konusu çok karmaşıktır. Laiklik ilkesi ile dinler devletin alnının dışına itildiği iddia edildi. Ancak yüzde sekseni Müslüman bir ülkede laiklik ilkesini doğru bir şekilde uygulamak mümkün olmadı. Çünkü laiklik ilkesi gereği hem bir taraftan din, devletten ayrı olacak hem de dinin teşkilatlanmış hali 250 bin memur personeli bulunan Diyanet, devlete bağlı herhangi bir birim gibi olacak. Bu ana çelişki çözülmeden din devlet ilişkilerini rayına oturtmak mümkün olmaz.  

    Bu ana çarpıklık üzerine tesis edilen laiklik ilkesi dindarlara karşı devleti ele geçirme refleksi geliştirdi.  Dindarlar memur oluyorlar, sızıyorlar, yüksek mevkilerde görev alıyorlar gerekçesi ile potansiyel düşman olan din horlandı, dışlandı ve devlet tarafından baskıya maruz kaldı. Yüzde 80’nin Müslüman olduğu bir ülkede hangi mezhep, meşrep ve cemaatten olursa olsun dindarların devlette memur olmaları kadar daha tabi ve doğal bir şey olamaz. 

    Günümüzdeki yaşadığımız sosyal ortamda çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede laikliğe ihtiyaç yok mu? Bence var. Laiklik deyip ısrar edenler, bir kere din karşıtlığını ona düşman olmayı bırakmalılar. Laiklik ilkesi, devleti idare eden seçilmiş ve atanmışların dini kullanmalarına, kriter haline getirmelerine mâni olmalıdır. Yani bir örnek verecek olursak nüfus dairesinde çalışan birinin namazına, mezhebine, meşrebine ve hatta ırkına bakılmamalıdır. Kalp ameliyatı olurken bir kardiyoloğun dinine nasıl bakmıyorsak; sadece maharetine bakıyorsak aynen öyle de başımıza idareci seçerken dini ritüellerine bakmamalıyız, ehil olup olmadığına bakmalıyız. Laiklik bunu temin etmelidir. Hatta dînî ritüeller kullanarak kitlelerin yanılmasına sebep olan idareciler laiklik ilkesi gereği cezalandırılmalıdır. 

    Evet, günümüzde ilk önce doğru bir laiklik ilkesine ulaşıp riayet etmeliyiz. Mesela yasama yürütme yargı gibi din de ayrı ve müstakil olmalıdır. En azından din (diyanet), yargı ve yasama gibi, onlar kadar bağımsız olmalıdır. Fakat daha önce diyanet, bu vatanda geçerliliği olan bütün dinlere ve mezheplere kendi bünyesinde yer vermelidir. 

    Tüm bu yakalanması gereken seviye yakalandıktan veya giderilmesi gereken arızalar giderildikten sonra geleceğin nesilleri dinlerin kendilerine göre halklarına yaşam imkânı tanıyan “çok hukuklu sisteme” geçebilir uygulayabilir. Din farkı gözetmeden vatandaşlık esası üzerinden ayrım gözetmeksizin aynı hukuka tabi olmak kulağa hoş geliyor fakat zamanla bu ilke veya kural dindarlara yaşatılan zulümlerin kaynağı haline geliyor. Tarih, olaylar ve realiteler buna şahittir. 

    Not: Bu yazı iyi niyetle okunmalıdır. Günümüzün en karmaşık ve sıkıntılı olan din- devlet ilişkileri üzerine doğruyu bulma ve tespit arayışıdır. Dinimizi korumak için devlet, laik ve dincilerin alması gereken en iyi pozisyonu bulmaya çalışmaktır. Çünkü bu taşlar yerine oturmadıkça en büyük zararı hem dinimizin hem de devletimizin gördüğü, göreceği muhakkaktır. 
     

    25 Mar 2023 15:14