Asude günleri Vee..

  • Kemal Gülen
  • Kemal Gülen
    02 Kas 2024 22:51

    2023 yılının ortalarıydı. Vefat açıklamasını da yapan Dr. Douglas Degler’i ilk ziyarete gittiklerinde sayın Degler bir başka hastayla ilgileniyordu. Hocaefendi yaklaşık 40 dakika bekledikten sonra yakınlarına “bu kadar yeter, gidelim artık” dedi. Özel doktorunun yalvarmaları da boşunaydı. Kapıya yöneldiler. Tam kapıdan çıkmak üzereyken bin bir özürle doktor koştu, yetişti ve muayene için odaya davet etti. Ancak Hocaefendi karar vermişti, gitmekte ısrarcı oldu, teşekkür etti ve Kestane Kampı'ndaki yeni binaya döndüler.


    Kısa süre sonra aynı doktor hem mahcubiyetinden hem Hocaefendi’yi kendisine yönlendiren meslektaşının siteminden hem de meslek ahlakından dolayı Hocaefendi’ye rutin ziyaretlere başladı.


    Her ziyarette Hocaefendi’nin tahlillerini alıyor ve bütün sağlık sürecini yakından takip ediyordu. Özel doktorlarıyla sık sık görüşüyor ve onun üretkenliğini artırmak için ciddi gayret sarf gösteriyordu. Asude’ye geçmesi konusunda onun da ısrarlı teklifleri vardı. Hocaefendi, Kestane Kampı’ndan Asude‘ye geçtikten sonra değerleri her gün daha iyiye gidiyordu. Asude’nin ona iyi geldiği gün gibi aşikardı. Daha ferah, nezih, oksijeni bol ve daha az stresli bir mekandı.


    Doktorlar stresten uzak durması gerektiğini defalarca ifade etmişlerdi. Burada da misafiri yok değildi, ancak daha az misafir kabul ediliyordu bu da daha az stres demekti. Sevenleri 86 yaşını idrak eden hocalarının sağlığı için onu görmemeye katlanmaya karar verdiler, önemli olan onun sağlığıydı, zaten yıllar içinde ondan çok şey bekleyip, onu çok yorduklarını düşünüyorlardı. İhtiyaç kadar ziyaret fakat uzaktan alabildiğine dua.


    Bu güzel gelişmelerden dolayı Hocaefendi  son aylarda günden güne daha iyiye gitmiş hatta son üç ay içinde Kestane Kampı’nı birçok kere ziyaret etmek fırsatı bulmuştu. Ana binada arkadaşlarıyla çay-kahve içip dertlerini dinlerken, “Allah’ın lütfunun ne kadar geniş olduğunu ne güzel arkadaşlarla çalışma imkânı bulduğunu” ifade ederek her zaman olduğu gibi şükür ve minnetin Allah'a ait olduğunun altını çizmişti.


    O günlerde yine Kestane Kampı’nda toplantı vardı. Hizmetin problemlerini görüşen ve paydaş vakıf ve derneklerle birlikte çözüm yolları üretmeye çalışan tecrübeli isimler; Hocaefendi’nin yol arkadaşları, hizmetin saff-ı evvelini temsil eden o güzel insanlar bir araya gelmişti. İlk günkü toplantıya iştirak etti, gündemi inceledi, dualar ve tebriklerle ayrıldı. Toplantıların bitiş günü yine yolunu düşürdü ve yine dualarla arkadaşlarını yüreklendirdi ve yeniden görüşmek ümidiyle kamptan ayrıldı. Aslında bu gelişleri dostlarına ve yaşadığı mekanlara bir vedaymış ama o gün kimse bunu bilememiş.


    Bir gün arabayla kampın içinde, evlerin önünden geçerken çok eski dostlarından biri için durdu, pencereyi açtı hâl hatır sordu, kahve için aldığı daveti nezaketle geri çevirdi “daha sonra inşallah diyerek” kamptan ayrıldı. Sözünde durdu, kısa bir süre sonra o eski dostu ve ailesiyle daha müsait bir evde kahve içip sohbet ettiler.


    Ertesi hafta bir kez daha Kestane Kampı'nı ziyarete geldi. Bu kez Amerikan üniversitelerinde vazife yapan Hizmet gönüllüleri bir araya gelmiş, hem kamp yapıyor, okuyor ibadet-ü taatte bulunuyorlar hem de bir barış hareketinin gönüllüleri olarak neler yapacaklarını konuşuyorlardı. Yıllardır beklediği bir fotoğraftı bu. O kadar sevindi ki yakınları son dönemdeki en mutlu günleri olduğunu düşündüler. Çünkü Hocaefendi  daha çocukluk yıllarında kendine bir söz vermişti. İmkanı olmayan çocukları okutmak ve onlara fırsat eşitliği sağlamak istiyordu. Bunun için Allah'a dua etmişti ve bir ömür yüz suyu dökerek bu duasının kabulü için fırsatlar kovalamıştı. İşte duasının kabul olduğunun en güzel işaretlerinden birisiydi bu.


    Bir başka ziyaretinde mescit dışarıya taşacak kadar gençlerle doluydu. Pırıl pırıl çocuklar ve gençler Hocaefendi’nin umudunu tazeledi. Namazdan sonra ayrılırken mescidin kapısından geriye dönüp şöyle bir baktı, yanındaki arkadaşlarına sessizce “ben hiç kendim için yaşamadım, hep bunlar için yaşadım” diyerek mutluluğunu ifade etti. O gün de kamptan ayrıldılar ve Asude’nin yolunu tuttular.


    Sonbahar kendini hissettirmeye başlamıştı, ağaçlar yapraklara veda ediyor, bahar rüzgarları yeri göğü savuruyordu. Bu dönüşlerinden birinde talebesi semadan kayan bir yıldızı gösterdi, bir hafta sonra gerçekten bir yıldızın kayacağından habersizdi ve şimdiye kadar gördüğü en ihtişamlı yıldız kaymasıydı.


    Asude’de günlük rutin programı uygulanıyordu. Bazen kısa mesafeli yürüyor, bazen küçük golf aracıyla bahçede dolaşıyor, bazen de bir şehir turu atıp Kestane Kampı'na uğruyor sonra geri dönüyorlardı.  Hocaefendi’nin yanındaki özel doktoru her gün gerekli olan tahlilleri ve ölçümleri yapıyor, ilaçlarını ayarlıyordu yine. Nöbetçiler de Hocaefendi'nin rahat etmesi için azami gayret gösteriyorlardı. İbadetle duayla geçen günlerdi.


    Ve o gün, iki haftalık rutin kontrollerini yapan ABD’li doktor Degler 'Asude’ye geldi. Uzmanlık gerektiren konuları yakın doktoruyla görüştü, rakamlara baktı ve “birkaç gün hastaneye götürsek daha iyi olur” dedi. Böylece son hastane süreci doktorun bu tavsiyesiyle başladı. Hocaefendi teklifi kendisine arz eden doktoru onayladı ve gidiş hazırlığı başladı.


    Az sonra hastaneye doğru yola çıkıldı. Hep gittikleri hastaneydi. Başkanından kapıdaki güvenliğine kadar hemen herkes biliyordu gelen zatın kim olduğunu. Hürmette kusur yoktu. Odası ayrılmıştı. Üç güvenlik görevlisi odaya kadar eşlik etti. Tekerlekli sandalye ile geldiği odasında doktorların da yardımıyla yatağa uzandı. Hemen cihazlara bağlandı, kablolar takıldı.


    Aslında böyle bağlanmaları çok sevmiyordu ancak doktorların sözünden de çıkmıyordu, çünkü sebeplere en çok riayet edilmesi gerektiğini söyleyen yine kendisiydi. Yanında özel doktoru, Cevdet Bey ve Asude’de hizmetinde bulunan birkaç kişi daha vardı. Hocaefendi yavaşça döndü ve “Cevdet Efendi, çare-i yegâne nedir, bu halime bir çare var mı” diye sordu. Cevap beklemeden okumaya başladı. Dili hep kıpır kıpırdı, o bir dua insanıydı ve her an mutlaka okuyacağı dualar vardı. Bir anı boş geçmiyordu. Etrafındakiler de duaya durmuşlardı.


    Ertesi gün herkes görevinin başındaydı. Hocaefendi  kendini iyi hissettiği bir anda yakınındakilere yaşlarını sordu. Herkesle teker teker konuştu. Cevdet abi “hocam ben 65 oldum” deyince “sen o kadar oldun mu” diye taaccüp etti. Bembeyaz saçlarıyla hazır bekleyen özel doktoru ise daha 51 yaşındaydı, “Cevdet beyden daha yaşlı duruyoruz efendim” diye latife yaptı. O an sohbet yaş almak, yaşlanmak üzerine sürüp gitti.


    Yemeklerini vaktinde yemeye çalışıyor, doktorların işini kolaylaştırmak istiyordu. Biraz mide bulantısı vardı, yediğini çıkarmaktan endişe ettiğinden acele etmiyordu. Hatta bir keresinde yemekten vazgeçtiğini düşünerek tabağı kaldırmak isteyen Cevdet abiye “hayır kalsın, birazdan yiyeceğim” diyerek ikaz etti.


    Son gün akşam yemeğinde salata, sütlaç, aşure gibi gelen yemeklerden biraz biraz aldı. Yine midesi bulandı. İşte o an mide bulantısına iyi gelen ilacını istedi. İnsanın neresi acıyorsa canı oradadır, derler, Hocaefendi’nin de o an midesi yanıyordu ve bir an önce o acıyı dindirmek için ilacını istedi. Beklentisinden birkaç dakika daha geç getirilince “birader” diye söze başladı. O “birader” diye başlayınca kızdığı belli olurdu.


    İlaç geldi ve içtikten sonra biraz daha rahatladı. Bir bardak çay ve ardından kahve içti. Hastayken bile durağanlığı sevmiyordu, “Ne yapalım” diye sordu. Oturmaktan veya yatmaktan sıkılmıştı. Kendisine tekerlekli sandalye ile biraz gezme teklif edildi. Olur, dedi. Doktorlar da yürümesini tavsiye ediyorlardı çünkü yürümek her zaman bütün sisteme iyi geliyordu. Ancak üzerinde serum dahil, kalbini ölçen kablolar vardı. Zor da olsa yürümeyi göze aldı ve hastane personelinin bilgisi ve takibi dahilinde odadan çıktılar.


    İki kişi ile koridorda tekerlekli sandalye ile bir ileri bir geri tur atmaya başladılar. Cevdet abi odada kalmıştı ve Hocaefendi  dönünce rahat etsin diye odanın tertip ve düzenini sağlıyordu, yatağı düzeltiyordu.


    Vakit yatsı ezanı vaktiydi. Nöbetini devredip giden bir talebe arkadaş hala evine varmamıştı ki telefonu acı acı çaldı. Trafik ışıklarında duruyordu. Aldığı haberle bir anda deliye döndü. Daha 15 dakika önce konuşan, yürüyen, soran ‘her tarafım ağrıyor, bütün organlarım hasta ama şuurum çok yerinde’ diyen baş öğretmeni ruhunun ufkuna yürümüştü. Hızla geri döndü.


    Odaya geldiğinde doktorlar bir umutla son kontrolleri yapıyordu. Ancak ekrandaki rakamlar, çizgiler, veriler hiçbiri normal görünmüyordu. Nabız alamıyordu doktorlar. “Ne oldu” diye sordu en son sandalye ile gezdiren arkadaşlarına.


    “Koridordaydık, geziyorduk mutluydu, biraz da kendi yürümek istedi sandalyesinden ayağa kalktı, tekerlekli sandalye bir adım gerisinden onu takip ediyordu. Hocaefendi  beş on adım attı, yoruldu, hemen sandalyeye oturdu, hepsi bu kadar.” diye tamamladı son durumu anlatan.


    Ancak bu kez otururken vücudunu kontrol etmekte zorlanmıştı, alarmlar çaldı, hemşireler koştu, ilk kontroller yapıldı, nabzı yoklandı ve yüzlerdeki tedirginlik arttı. Doktorlar panik içinde hastanın yanına geldi, hızla odasına geri götürüldü, yatağına yatırıldı. Biri kalbini diğeri boynunu kontrol etti, hastane personeli göz göze geldi, yakınları dua ile hayırlı bir cevap bekliyordu. Kısa bir sessizlikten sonra Doktor “I am sorry for your loss” yani “kaybınız için çok üzgünüz, başınız sağ olsun” dediklerinde her şey dondu, her şey durdu, zaman ve mekân buğulaştı. Fethullah Gülen Hocaefendi ruhunun ufkuna yürümüştü. Gözyaşları dilhun oldu, hemen arkadaşlarına ve akrabalarına haber verildi.


    Ben haberi Almanya’da sabah namazı vaktinde aldım. Deli divane yollara düştüm. İlk uçakla NJ’ye geldim. İlk olarak gümrükteki görevliler başsağlığı dilediler, hastaneye vardığımda sıkı güvenlik önlemleri altında, birbirine sarılmış ağlayan ve teselliyi Kur’an okumakta bulan akrabalarımız da oradaydı. Son bir kez daha gül cemalini görmek ve dualarla uğurlamak için sırayla naaşın bulunduğu odaya girdik. Tertemiz pırıl pırıl bir naaş sessizce limandan yelken açmıştı.


    Üç gün sonra onbinlerce insanın şahadetiyle namazı kılındı, gözyaşlarının beslediği omuzlarda taşınıp ebediyete uğurlanacağı Kestane Kampı’na getirildi. Yine binlerce talebesinin duaları arasında yıllar önce bir sohbetinde ifade ettiği gibi selvi ağaçlarının arasına defnedildi. Namazdaki sükutun çığlığı aynen defin sırasında da devam etti. Ona yakışır bir cenaze ve defin programı oldu. Sıra sıra, katar katar insanlar gelip onu selamladılar, çiçekler bırakıp “bıraktığın manevi mirası devraldık” diyerek söz verip ayrıldılar. Göz yaşarır, kalp hüzünlenir ama bu mübarek ağızlardan kadere karşı asla isyankâr sözler çıkmaz. Kimse isyan etmedi, kimse dövünüp hasım sevindirmedi. Herkes yeni bir başlangıç, yeni bir enerji ile hizmet bölgelerine döndüler.


    Makamı Firdevs olsun, Mevla’mız onu Efendimiz’e (SAV) komşu eylesin ve bizleri de o nurlu yolun yolcuları arasından ayırmasın.


    Yahya Kemal’in şu meşhur şiirini bir kez daha en derinden hissettik.


    Artık demir almak günü gelmişse zamandan

    Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

    Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

    Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.

    Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

    Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,

    Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

    Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

    Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

    Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

    Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

    Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

    02 Kas 2024 22:51