Bozkurt ve Rabia Sentezi-2

  • Ertuğrul İncekul
  • Ertuğrul İncekul
    23 Oca 2024 09:41
    Geçen hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz.

    Saltanat-Hilafet 

    Ali Ünal'ın RSN Külli Kaideler kitabından alıntı ile: “Ehl-i Beyt İmamları ve kutupları, dünyevî siyasetten çekildi; bir yanda imamlar, diğer yanda kutuplarla İslâm’ın tertemiz kanalına önderlik yaparken, siyasî çizginin sapmaması için de tam bir set oluşturdu. Siyasî olarak yenilemeyen ve içlerinde Ömer İbn Abdülaziz ve Mehdî gibi çok büyük ve mübarek halifelerde bulunan Emevî ve Abbasî hanedanları, halkı arkalarına alan Ehl-i Beyt'in mümtaz simaları ve onlarla beraber hareket eden İslâm’ın çok büyük Fıkıh,Tefsir, Hadis ve Kelâm âlimleri ve büyük velîleri karşısında kendilerini kontrol etmek mecburiyetinde hissettiler. Halka gerçekte hükmeden, sözkonusu büyük âlimler ve velîler oldu. İşte bu çığır, Hz. Ali’nin mücadeleleri, Hz. Hasan’ın ve arkasından ciğerleri dağlayıcı bir hadise olarak Hz. Hüseyin’in şehadetiyle açıldı. O bakımdan, Hz. Hüseyin’in hareketi bir isyan hareketi değil, İslâm’ın içinden onu bütün berraklığıyla gelecek nesillere taşıyacak ve onu asıl zeminine oturtacak çığırı açma hareketi mahiyetindedir; en azından, bu kutlu neticeyi vermiştir.”

    Geçenlerde Prof. Mümtaz'er Türköne de ifade etti bir makalesinde 1924'te hilafet kaldırılacağı zaman İsmet Paşa "Türkiye Cumhuriyeti'nin itibarı olduğunu" gerekçe göstererek karşı çıkmış, aksine Fıkıh Metodolojisi hocası İzmir Milletvekili Seyit Bey mahzur görmemişti. Hatta, "Yeryüzünde bir halife yaratacağım" ayetinden hareketle, hilafet tarihini anlatan bir layiha (kitapçık) hazırlamıştı. Orada, hilafetin Müslümanlar tarafından devletin başındaki insana verilen bir isim olduğu üzerinde duruyordu. Raşit halifelerin tümünün farklı şekillerde seçildiğini gösterdikten sonra, seçim şeklini tek sisteme irca etmenin mümkün olmadığını anlatıyor ve vazifelerini hakkaniyet ölçüsü içinde icra ettikleri için onlara "hakiki halife" diyordu. Seyyid Bey kaldırılma gerekçesini, hilafetin dinî değil dünyevî bir kurum olması tezi üzerine inşa eder. Hilafet kurumunun Kur’an ve Hadis’te karşılığı yoktur. Dünyevî haliyle bile hakikî hilafet mevcut değildir. 


    Emevîler devrinden bugüne kadar İslam dünyasında, dinin devleti egemenliği altına almasından daha çok, devletin ve dolayısıyla yönetimlerin dini egemenlikleri altına olmaları olgusuyla karşı karşıya bulunmaktayız. AKP iktidarı tek başına iktidar olduğu ilk dönemde parti programına uygun olarak Kopenhag Kriterleriyle ilgili ciddi adımlar attı sonrası AB üyelik sürecindeki samimiyeti sorgulanmayan bir parti olmayı başardı ve farklı kesimlerin desteğini aldı. Ama 2007 sonrasında bu samimiyetin yerini farklı çıkar ve menfaat hesapları almaya başladı. Şimdilerde ise Erdoğan ve AKP zihniyeti aynı saltanat-hilafet anlayışını aileden birilerini iktidarda tutarak devam ettirmek istemektedir.


    Devlet Anlayışı 


    İslam'ın devlet anlayışı nasıldır, denebilir? (The Muslim World, Temmuz 2005 / Fethullah Gülen Röportajından) İslam'da hüküm ve irade Allah'a aittir. Kur'an, pek çok ayetiyle hüküm ve emrin Allah'a ait olduğunu vurgular ve "Kadın-erkek müminler, Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verdiği zaman artık onlara bir seçim hakkı yoktur." der; böylece ne teokrasilerde olduğu gibi bu hakkın kutsal ve masum ruhânî reislere, ne onların gözetim ve denetimindeki âbâ u kenâiseye ne de başka şekilde organize olmuş herhangi bir diyanet teşkilatına ait olmadığını ilan eder. İslam "Sizin en şerefliniz Allah nezdinde en müttaki olanınızdır" diyerek soy-sop, ırk-aşiret, imtiyazlı sınıf gibi hususların yerine takvayı, liyakati, hakperestlik düşüncesini ve adalet hissini esas alır. Bu açıdan da Kitap ve Sünnet müslümanlığında ne mutlakiyetçi monarşinin ne batıda bilinen şekliyle klasik demokrasinin, ne diktatörlük ne de totalitarizmin yeri yoktur. İslam'da, yöneten ve yönetilenlerin karşılıklı anlaşmaları demek olan yönetim, meşruiyetini hukuktan ve hukukun üstünlüğü esasından alır. Ona göre hukuk yönetenin de yönetilenin de üstündedir, Allah'a aittir, değiştirilemez, gasbedilemez; Yaratanın emri, Peygamberin tebliğ ve tatbiki çerçevesinde uygulanmaya çalışılır. İslam hukuk dışı bir yönetimi meşru saymaz, onu tanımayan yönetilenleri de asi kabul eder. İslamî bir idarede en zirvelerdeki kimseler dahi sıradan bir insan gibi hukukî esaslara riayet etmekle mükelleftirler. Bu esasları katiyyen ihlal edemez ve onlara aykırı uygulamada bulunamazlar.


    Burada bir şeyi tavzih etmekte de yarar var; bütün bunlar yasama ve yürütme organlarının hiç bir şey yapamayacakları şeklinde de algılanmamalıdır. İslam'da yasama ve yürütme organları toplumun kendi içinde ve yabancılarla iktisadî, siyasî, kültürel münasebetlerinde zaruretler, ihtiyaçlar ve maslahatlar çerçevesinde umumî hukuk normlarına uygun olarak her zaman bir kısım yasalar yapıp bunları uygulayabilirler. İdare edilenler de üst hukuk esasları diyebileceğimiz disiplinlere riayet ettikleri gibi insan eliyle yapılan bu kanunlara da uyma mecburiyetindedirler. İslam'ın, şerî prensiplerin yorumlanmasında içtihat, istinbat ve istihraç yapılmasına itirazı yoktur.
    Aslında demokratik bir toplumda hukukun kaynağı, rengi, şivesi çok da önemli değildir. Çağdaş dünyanın bulunduğu yer itibariyla temel insanî hak ve hürriyetlerin, siyasî katılımların, azınlık haklarının, fert ve toplumun karar mekanizmalarının üzerinde ağırlıklarını hissettirmeleri, herkesin bir başkası üzerinde belli yollarla baskı kurmaması şartıyla kendini ifade edebilmesi, inandığı gibi yaşaması ve milletlerarası hukukî normlara, sözleşmelere aykırı düzenlemelerin yapılmaması demekse İslam'ın bu hususlardan hiçbirine karşı çıkması sözkonusu değildir. Bu itibarla da Kur'an ve Sünnetin ortaya koyduğu evrensel değerler görmezlikten gelinerek İslam'ın demokrasi düşmanı, zıdd-ı beyyini gibi gösterilmesi doğru olamaz.


    Bir devlet, yukarıdaki çerçevede herkese kendi dinini yaşama fırsatı veriyor ve onları kendileri gibi düşünme, öğrenme ve uygulamada destekliyorsa böyle bir sistem Kur'anî öğretilere zıd sayılmaz; ve ortada böyle bir devlet varsa, alternatif bir devlet düşüncesine gidilmez. Şayet insanî hak ve hürriyetler tamam değilse -günümüzde hep gelişme vetiresi yaşayan demokrasilerde olduğu gibi- sistem yeniden yasama ve yürütme organlarınca gözden geçirilir, evrensel hukuk normlarına göre tashih, tecdid ve tanzime gidilir ve daha da mükemmelleştirme şeklinde ele alınır. Böyle bir nizama tam teşriî denmese de onun zıdd-ı beyyini olduğu da söylenemez.


    Birey- devlet ilişkisi 


    İslam'da şahıs devlet ilişkisi nasıldır? Bireyin devlet içindeki yeri ve fonksiyonu nedir?

    “Modern dünya ve çağdaş düşünce sistemleri, tarihte ilk defa siyasette ferdin şimdilerde aktif bir özne haline geldiğini ve getirildiğini iddia ederler. Onlara göre fert, atalarından görüp duyduğu, mensup olduğu grup, klik ve cemaatin öngördüğü hususlara bağlı kalmış ve adeta bu anlayış içine hapsolmuş gibidir. Bu grup ve cemaat telakkisini değiştirme imkanı da olmadığına göre böyle bir dar düşünce grup ve cemaat fertlerinin değişmeyen kaderi gibidir.

    Fertler de modern çağla bu darlıktan kurtulmuş ve tam "birey" olma yoluna girmiştir. Bu döneme kadar o, gerçek mânâda hür olmadığı gibi birey de değildir. Bu mülahazalar, dünyanın bir kesimi ve bazı kültürler itibariyle böyle olsa da her din, her düşünce ve her cemaat için doğru olduğu söylenemez.

    İslam'ın en temel ilkelerinden biri sayılan tevhid akidesi açısından bir mânâda mutlak bireylik mümkün değildir; zira insan, ya serâzad, hiçbir değer kabul etmeyen kritersiz bir âsi veya Allah'a bağlı, onun emirlerine ciddî inkiyad şuuruyla riayet eden bir kuldur. Bu öyle bir kulluktur ki, bu sayede o, Allah'tan başka hiçbir güç ve hiçbir kuvvet karşısında "pes" etmez ve kat'iyen hürriyetinin bir santiminden dahi vazgeçmez.


    Böyle birini ne mal, mülk, servet ne de netice itibariyle basitleşmeye, sefilleşmeye sürükleyen ve ruhu felç eden yozlaşmış gelenekler, akla pranga vuran, her şeyi daraltan cemaat ilişkileri, değişik çıkar ve menfaat mülahazaları, ahlâkîliği dinamitleyen hırs ve kazanç tutkusu, kaba kuvveti akıl ve mantığın önüne çıkaran istibdat düşüncesi, şehvet, nefret, haset... gibi nefsâniyetin tezahürleri sayılan mesavî-i ahlak katiyyen Allah'tan koparamaz ve köleleştiremez. Bir mümin lâakall bir günde 30-40 defa "Ey Rab, sadece Sana ibadet eder ve sadece Senden yardım isteriz." (Fatiha, 4) diyerek kendi hürriyet ve ferdiyetine pranga sayılan bütün bu zincirleri kırar ve Cenab-ı Hakk'ın her şeye yeten o muhteşem gücüne sığınır. Bu ölçüde bir sığınmayı gerçekleştiremeyen bir fert hakikî mânâda ideal insan olma görevini de tamamlamış sayılmaz.
    Ne var ki, İslam, ferdin Allah'tan başka herşeye karşı hür ve bağımsız olmasını isterken, onun bir aile, bir cemaat, bir millet, hatta bütün insanlık topluluğunun bir üyesi olmasını da ihtiyaçlara bağlı bir kural olarak kabul eder. Zira insan içtimaîdir, medenîdir; diğer insanlarla birlikte yaşama mecburiyetindedir;. Her şahıs bu ihtiyaç dairesi içinde birbirinin uzvu mesabesindedir ve katiyyen biri birisiz olamaz.”


    Türk-İslam Sentezi gerek tarihten süzülüp gelen bir kimlik ve olgu olmasıyla tarihsel ve statik, gerekse politik ve fikri hayatı sürekli etkileyen hareket ve ideoloji olmasıyla güncel ve dinamik bir karakter taşımaktadır. Türkiye'ye bakan yönüyle üzerinde yeni yorum ve araştırmalarla daha evrensel boyuta taşınması gereken bir sentez olarak ele alınabilir. Bu kimliğin üstüne yurtdışında farklı kültür ve dinlerle beraber yaşayan bizler, İnsan-Şefkat sentezi içerisinde kendi inanç ve kültür mirasımızı, evrensel insani değerlerle sentezleyerek, evrensel ve insan merkezli bakış açıları ile yeni sentezler inşa edebiliriz.

    23 Oca 2024 09:41