Mücadele insanı ve özgürlük âşığı Epiktetos: “Başıma gelenleri benimsiyorum, seviyorum. Zira Allah’ın benim için istediği şey, benim istediklerimden daha iyidir” inancıyla teselli bulur.
Hz. İsa (a.s.)’a isnad edilen bir sözde de o büyük Peygamber: “Hoşlanmadığınıza sabretmedikçe, hoşlandığınızı elde edemezsiniz” buyurarak, musibetlerin birer imtihan olduğunu hatırlatır.
Kendisi de ağır bir imtihana maruz kalmış olan Maktul Sühreverdi, sabır-imtihan ilişkisini, demir-mıknatıs çekimine benzetir, demirin mıknatısa âşık olduğu için sürekli ona doğru koştuğu gibi, zaferin de sabra âşık olup, sürekli olarak ona doğru koştuğunu belirtir.
Ömrünün büyük çoğunluğunu altından kalkılamayacak derecede ağır imtihanlarla geçiren Bediüzzaman hazretleri musibetleri, insanı dergah-ı ilahiye sevk etmek için birer kader kamçıları olarak görür.
Varlığın yegâne Sahibi’ni bulup tanıma ve bu arada sınanıp aşamalardan geçme maksadıyla yaratılmış olan insan, hayatı boyunca birbirinden farklı iç içe imtihanlardan geçer. Bu imtihanlar bazen, zenginlik, makam, güç-kuvvet, sağlık, ses güzelliği, yakışıklılık, güzellik ve servet gibi müspet; zaman zaman da fakirlik, açlık, hastalık, zayıflık, çirkinlik, horlanmak, dışlanmak ve ezilmek gibi menfi şeylerle olur. İnsanlık tarihine bakıldığında, bu her iki durumla da imtihan olup, bu imtihanlarda kazanan ve kaybeden pekçok kişi, toplum ve milletle karşılaşılır.
Kur’ân, bu anlamda geçmişe yönelik kıssalarıyla, özellikle de peygamberler özelinde, kazanan ve kaybeden pekçok kişiden, toplum ve medeniyetten, onların başlarına gelenlerden, yaşadıkları acı tatlı olaylardan tablolar sunar. Kazananların gerek dünya gerek ukbâda karşılaşacakları müjdeleri belirtir ve kaybeden nice zalimlerin elim sonlarını, canlı tablolar halinde bizlere sunar. Sonra da bunlardan ibret ve öğüt alınmasını tavsiye eder. Zaten geçmişteki haberlerin en baştaki hikmetlerinden birisi, sonra gelenlerin bunlardan ders çıkarmalarıdır.
Mü’min sınanır; korkuyla, tehditlerle, hürriyetinden mahrum edilmekle, hapisle, malına el konulmakla, açlıkla, mal, can ve ürün eksikliğiyle sınanır. Hz. Âdem’in şeytanla, Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrut’la, Hz. Musa’nın (a.s.) Firavun’la, pekçok peygamberin mele’ denen kendi dönemlerindeki azgın ve sapkın çetelerle, hz. Nuh’un (a.s.) evladı ve eşiyle, Hz. Lut’un (a.s.) eşiyle, Hz. Peygamber’in de Ebu Cehil, Ebu Leheb’le sınandığı gibi, mü’min de çağında yaşadığı modern firavunlarla, nemrutlarla, modern mele’lerle (çetelerle), şeytan ve onun yoldaşlarıyla, yeni yüz ve tip Ebu Cehil ve Ebû Lebeplerle sınanır.
Her peygamber ve onun takipçileri için, insan ve cinlerden düşmanlar ortaya çıkar; bu düşmanlar kafa kafaya vererek birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözlerle fısıldayıp birbirlerine telkinlerde bulunur. Olmadık yollar dener, tuzaklar kurar, iftiralar atar, yalanlar söyler, komplolar kurar ve inananları tuzaklarına çekmek isterler. Birinin hatırına gelmeyen tuzak, iftira ve yalanı, diğeri ona hatırlatır.
Sınanma ve denenme, mü’minin sanki kaderi gibidir. Zira mü’min, sadece “iman ettim” demekle kurtulamaz; değişik imtihanlara maruz kalır; bununla da ilm-i ilahide sâbit ve belli olan bu kesin bilgi, yaşanarak da ortaya çıkmış olur; böylelikle samimi mü’minlerle, samimiyetsiz ve kaypak olanlar, belirgin bir şekilde birbirinden ayrılmış olurlar.
Tarih boyunca, doğruluk peşinde koşan insanlar, pekçok şiddete maruz kalmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) dönemi de bunlardan en derin ve geniş anlamda nasibini almıştır. Asr-ı Saadette hem Hz.Peygamber (s.a.s.) hem de ashap bütün mal varlıklarını Mekke’de hem de en azılı düşmanlarına bırakarak, yurtlarını ve yuvalarını, mal ve mülklerini terketmek zorunda kalmışlardır. Medine’ye gelince rahata kavuşacaklarını düşünürlerken, orada da çeşitli sıkıntılar baş göstermeye başlamıştır. Örneğin Hendek savaşında müslümanlar, pekçok sıkıntıya maruz kalmışlar, neredeyse canları boğazlarına gelmiştir. Bu gibi sıkıntılı durumlar karşısında Cenâb-ı Hakk şu ifadelerle onları teselli edivermişti:
“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vadettiği nusret ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara Sûresi 214).
Cennet ucuz değildir. O, paha biçilmez bir değere sahiptir. Onu kazanmak ve elde etmek için mü’minler, ellerinden gelen gayreti göstermiş, bundan sonrakiler de elbette göstereceklerdir. Cenneti kazandıracak ve ona sahip kılacak şey ise, mala, cana ve başa gelebilecek her türlü bela ve musibete karşı sabır zırhına bürünmektir. Şüphesiz ki insanın başına gelen imtihanlarda sayısız hikmet vardır. Bu sınanmalarla mümin-münafık açığa çıkmış olur. Müminler böylelikle bir eğitimden geçmiş ve mânen temizlenmiş olurlar. Dereceleri yükselmiş, mükafatları da kat kat artmış olur. Samimi dostla sahtesi birbirinden ayırt edilmiş olur. Geleceğe daha dayanıklı, hayatın getireceği sıkıntılara daha mukavemetli hâle gelmiş olur. Böylesi sıkıntılı durumlar, insanı daha çok dua, tazarru, yalvarıp yakarma gibi aktivitelere yönlendirerek, maneviyatı güçlenmiş olur.
Resûlullah (s.a.s.), inanmanın ve doğru yolda olmanın beraberinde getireceği sıkıntıları ve her durumda mü’minin sınanıp deneneceğini, mü’minin ise her iki durumda da kârlı çıkacağını şu sözleriyle müjdelemişlerdir:
“Mü’min’in durumu şâyân-ı takdirdir. Zira onun her işi hayırdır ve bu da başkasına değil sadece mü’mine hastır. Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder, bu onun için hayır olur; herhangi bir zarar gelse bu defa da sabreder; bu da onun için hayır olur” (Müslim, Zühd, 64).
İmtihanlar, sıkıntılar, musibetler karşısında mü’minin en büyük silahı sabırdır. Sabırda daha aktif ve dayanıklı olmak için de; dünya hayatının gerçek mahiyetini bilme, başına geleceklerden Allah katında mükafaat alacağına kesinlikle inanma, her zorluktan sonra mutlaka bir çıkış yolunun ve kurtuluşun olacağını unutmama, başına gelen sıkıntılar karşısında Allah’tan yardım dileme, bu konuda sabırlı kimseleri örnek alma ve neticede Yüce Mevla’nın takdirine inanma gibi niteliklerin bulunması gerekir.
İmtihanlar karşısında mü’min, adeta rüzgârda yatıp kalkan bir ekin gibidir; değilse öyle olmalıdır. Rüzgârın esmesiyle, bir sağa bir sola yatmalı, ama hiçbir zaman yıkılıp yerde kalmamalıdır. Zira bilmelidir ki mü’min, hiçbir zaman yıkılmaz; yıkılsa da asla yerde kalmaz. Nitekim: “Sürçmedik at, düşmedik yiğit olmaz!” sözü de aynı gerçeği, farklı bir şekilde ifade etmektedir.
Konuyla ilgili önemli bir örnekle yazıyı bitirmiş olalım: Ağır yaralıların ve şehitlerin olduğu Uhud Savaşı sonrası ashap, iyice bitkinleşmiş ve yorulmuştu. Öyle ki, ayakta yürüyecek halleri bile kalmamıştı. Birbirlerini omuzlarında taşıyor, yıkılırsam orada yıkılayım diyorlardı. Böylesine ağır bir durum ve acılar içerisinde “Hamra-i Esed” denilen yere kadar gittiler. Onların böylesine ağır bir durumda bile gösterdikleri bu heyecan ve yıkılmama görüntüsü, Mekke müşriklerinin içlerine korku saldı ve korkularından adeta donakaldılar. Muhtemel bir tehlikeye karşı da karşı koyamayıp soluğu Mekke’de aldılar. Nitekim onların bu örnek durumunu ebedileştiren Kur’ân, şu âyetiyle onları övdü ve böylesi bir hareketi de daha sonraki nesillere örnek bir davranış olarak hatırlattı:
“Bazı insanlar onlara: ‘Düşmanınız olan kimseler size karşı bir ordu terkip ettiler, onlardan korkun!’ dediler. Bu onların imanını artırdı da: ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.’ dediler.” (Âl-i İmrân sûresi 3/173).