Dönen oyunların farkında olmak ve enaniyetler: Tesanüd ve Dayanışma 2

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    21 Haz 2024 09:25

    Günümüz insanlarında, bir taraftan dünyanın çok cazip güzellikleri ve hakikatten ve ötelerden habersiz oluşlarından kaynaklanan çok şiddetli bir benlik, enaniyet veya ego hükmetmektedir. Bu yüzden bugün insanlık için en önemli ve büyük bir mesele bu enaniyetlerin hakimiyetinden ve baskısından kurtulabilmektir.

    Aksi takdirde, bu enaniyetlerin çok büyük problemlere sebebiyet vermeleri ve aynı zamanda sahiplerine büyük mağduriyetler yaşatmaları kaçınılmazdır ve bu insanların hakikat ve selamet sahiline ulaşmaları ise çok zordur.

    Risale-i Nurlar baştan sona iman hakikatleri üzerinden bu büyük hastalığın tedavisini yapmaktadırlar. Ancak, bu eserlerden hakkıyla faydalanıp bu tedaviden istifade edebilenler ve enaniyet ve benlik davasından vazgeçebilenler, ahir zamanın bu en dehşetli belalarından ve fitnelerinden kendilerini koruyabileceklerdir, Allah’ın (CC) inayet ve keremiyle.

    benlik davasında olan, hased ve kin gibi duyguların pençesinde ve onların esiri olanlar ise maalesef kazanma kuşağında kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar.

    Allah’ın kullarını imtihanlara tabi tutması bir adet-i ilahidir

    Allah (CC) Hizmet insanlarını Risaleler ve Pırlantalar yoluyla elde ettikleri hakikatleri celali tecellilerin hâkim olduğu bu en zorlu şartlar altında, hem test eder hem de bu ifritten süreçlerde hakikatlerin yaşanarak tabiata mal edilmesine imkân verir ve kullarından da bu kıvamı yakalamalarını ister.

    İşte, Allah’ın (CC) kullarını mutlak surette imtihanlara tabi tutması bir adet-i İlahidir (Sünnettullah) ve bu şekilde imtihanlarla test edilenlerin de Hak ve doğru bir yolda olduklarına bir delildir:

    “Şeytanın avenesi tarafından hedefe konmak da doğru yolda bulunuyor olmanın bir emaresidir; enbiyâdan evliyâya bütün Hak yolcuları onların çelmelerine maruz kalmışlardır fakat ona rağmen hiç durmadan yol almışlardır.

    Diğer bir husus; şimdiye kadar olumlu/pozitif şeyler karşısında, şeytan, kendi avenesini her zaman harekete geçirmiş; “Hazır ol, rahat, hücum!..” falan demiştir. Her dönemde öyle olmuş…

    Hangisinin başına gelmemiş ki bunlar? Bunların başına gelmekle beraber, onlardan sonra, onların gölgesi/zılli altında, izafi olarak -bir yönüyle- onların konumlarına ait şeyleri temsil eden büyük insanların başlarına da gelmiş.


    Asliyet planında, esas, Allah ile münasebeti temsil eden insanlar, akla hayale gelmedik şeylere maruz kaldıkları gibi, aynı zamanda zılliyet planında, izafî manada onların yolunda yürüyen insanlar da aynı şeylere maruz kalmışlar.

    enesi tarafından böyle bu türlü şeylere maruz kalıyorsanız, doğru yolda yürüdüğünüze inanabilirsiniz! O zaman tercihinizi yapın!.. Doğru yolda, Allah’a doğru yürümek mi, Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın ayaklarının altına başınızı koymaya doğru yürümek mi; yoksa dünyada birilerine yalakalık yapıp bazı şeyler elde etmek mi?!.“ İnsanlık Kalesinin Tamiri

    DEHŞETLİ PLANLAR

    Hakikat erlerinin onlara düşmanlık yapanların bu planlarından haberdar olmaları ve bunlar karşısında kendi duruşlarından ve Kur’an’i ve Nebevi duruştan taviz vermemeleri ve böylece bunların üstesinden gelmeleri gerekir.

    Şimdi gelelim, şer ve kötülük şebekelerinin bu zamanın Hizmet erlerine uyguladıkları dehşetli planlara ve bunlar karşısında neler yapılması gerektiğine dair zamanın sahibinin sunduğu reçetelere:

    “Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enâniyet bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat—hattâ meşrû bir tarzda dahi olsa—enâniyetten,  hodfuruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur'un hakikî şakirtleri, buz parçası olan enâniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden,  inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.

    Evet, münâfıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı, böyle her biri birer zâbit, birer hâkim hükmündeki eşhası, müşterek bir meselede böyle kaçınmak ve birbirini tenkit etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, mânevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra, kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur.

    Risale-i Nur şâkirtleri, hıllet ve uhuvvet ve fena fi'l-ihvan mesleğinde gittiklerinden,  inşaallah bu tecrübeli ve münâfıkane plânı da akîm bırakacaklar.” (Onüçüncü Şua)

    Önce boğuştururlar, sonra güçlerini hallederler

    Münafıkların bilerek uyguladıkları bir taktikleri, Hizmet insanlarını zor ortamlarda bir araya getirmek suretiyle birbirleriyle boğuşturmaktır. Onlar için, bu boğuşmanın neticesinde güç ve kuvvetlerini kaybedenleri halletmeleri ise artık çok kolaydır.

    Bunun çaresi ise Risale-i Nurlardan aldıkları derslerle nefis ve enaniyetlerini aşmak, ihlas ve uhuvvet düsturlarına riayet etmek suretiyle birlik ve beraberliklerini korumaktan geçmektedir.

    Bu dönemlerde Hizmet erlerine düşen şey, bu tespit edilmiş ilkelere ve prensiplere aykırı davranmamak, birlik ve beraberliğe zarar verebilecek her şeyden uzak durmak, haklı dahi olsa hak arayışına girmesi böyle zararlara yol açacaksa haklarından dahi fedakarlıkta bulunmak, bu zamanların normal zamanlar olmayıp her zamankinden daha fazla dayanışma içerisine girmeleri, kenetlenmeleri gerektiğinin farkında olmaktır.

    Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır

    Hazret-i Üstad bu durumlardaki hareket tarzının nasıl olması gerektiğini, esarette Rusya’ya ait bir esir kampında meydana gelen bir kargaşada, haksızlara yardım edilmesini tavsiye etmiş, öyle yapınca da hadise yatışmış ve sonrasında neden böyle haksız bir tedbiri tavsiye ettiği sorulduğunda verdiği cevapta, hak sahiplerinin insaflı olduklarını, birtakım haklarından umumun faydası için vazgeçebileceklerini, haksızların ise genelde enaniyetli olduklarını ve fedakarlığa yanaşmayacaklarını bu yüzden kavga ve karmaşanın bitmeyeceğine binaen böyle yaptığını söyler. Hazret-i Bediüzzaman, bu hadiseyi anlattığı yerde talebelerine şu önemli tavsiyeyi yaparlar:

    “Sakın, sakın münakaşa etmeyiniz; casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.” (Onüçüncü Şua)

    Böyle zamanlarda, kardeşlerinin kusur ve hatalarını aramak, onlardan hesap sormaktan ziyade onlara sahip çıkmanın yollarına bakmak ve meydana gelen yaraların tedavisine çalışmak, sadık olanların yapacağı iştir: 

    Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe'nidir.

    Münâfıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar âdi,  âciz insanlardır." Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum âlem-i İslâmı alâkadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hadiseler, ya siyaset-i diniye veya başka sebeplerle, umum âlem-i İslâm namına olamadılar.” (Onüçüncü Şua)

    Musibetleri kâra çevirmenin yolu, nefsi yerden yere vurmaktır

    Fethullah Gülen Hocaefendi de böyle ifritten süreçlerin yaşandığı dönemde dışarıda, kardeşleri arasında suçlular aramak, onları sorgulamaya gitmek yerine, insanın asıl kendi nefsiyle yaka paça olmasını ve asıl kendi kusurlarına odaklanması gerektiğini söylerler:

    “Musibetleri kâra çevirmenin yolu, bir debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi nefsi yerden yere vurmak, istiğfar edip gönülden Hakk’a yönelmek ve öze dönüp O’na verilen söze sâdık kalmaktır.

    Olumsuz hadiselere bakarken, öncelikle “Acaba biz, Cenâb-ı Hakk’ın bize lütfettiği o imkanları rantabl değerlendirdik mi?” zaviyesinden bakmalıyız…

    Dolayısıyla bu, Cenâb-ı Hak tarafından bir ikaz, bir tenbih, bir kulak çekme, bir enseden hafif bir tokat yemedir; “Aklınızı başınıza alın!” manasına.

    O dünyanın dört bir yanına açılan ilk arkadaşların civanmertliğini, hasbîliğini, îsâr ruhlarını ifade ederken hep vurguluyorum: Hiçbir beklentiye takılmadan gittiler. Zira belli beklentilere takılarak yapılan işler, hiçbir zaman kalıcı olmamıştır! Yapacağı işleri bir menfaate bağlı götüren insanlar, sonunda hezimetle karşı karşıya kalmışlardır…

    Onlar, dünya adına asla beklentiye girmediler, dünya adına kendileri için bir şey yapmayı, hiç mi hiç düşünmediler. Dolasıyla Cenâb-ı Hak da onları muvaffak kıldı.

    Şimdi, bu olup biten şeylere, bizim açımızdan bakmamızda yarar var. Yoksa suçu dışarıda aradığımız sürece, ömür boyu farkına varmadan hep suç işlemiş oluruz. Kendimizi bir debbağın deriyi yerden yere vurması gibi -Cuma günü arz etmiştim- vurmaz isek şayet, başkalarını, debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurmaya başlarız. Öyle yapıyorlar ya hani bazıları! Açıkgözler!.. Suçlarını, cürümlerini, mesâvîlerini başkalarına atfetmek suretiyle onları yerden yere vuruyorlar. Yerden yere vurulması gereken şeyi yerden yere vurmazsanız, hiç farkına varmadan, yerden yere vurulursunuz!..

    Evet, kendimizi yerden yere vuralım: Acaba daha neler yapılabilirdi? Acaba yapmadık mı bunu? Bunun için, “Günahlarımdan tevbe ve nedamet edip Allah’tan binlerce, milyonlarca defa bağışlamasını diliyorum!” diyelim. “Allah’ım! Yeniden bize o imkanları lütfeyle ve bizi -aynı zamanda- onları rantabl değerlendirmeye muvaffak kıl!” diyelim. Samimi olarak, içimizi Cenâb-ı Hakk’a dökelim. Mutlaka bu isteklere, bu taleplere, bu suallere Cenâb-ı Hak cevab-ı savab (doğru cevap, istenilen şekilde karşılık) verecektir, inanıyoruz. “İsteyin, dua edin, icâbet edeyim!” (40/60) buyuruyor. Hâşâ ve kellâ, Allah’ta hulfu’l-vaad olur mu? Vaad ediyor. “Sözünüzü yerine getirin, Ben de mukabelede bulunayım, aynı şekilde mukabelede bulunayım!” (2/40) diyor.” İnsanlık Kalesinin Tamiri

    İnşallah sonraki yazıda devam edelim…

    21 Haz 2024 09:25