Kendi değerlerine dönme ve zamana uymadaki ikilem

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    30 Ağu 2024 13:24


    Yirminci asra gelindiğinde, yaşanan yıkılışlardan sonra, Müslümanlar kendi değerlerinden uzaklaşmışlar, kendi tarihlerine ve değerlerine karşı yabancılaşmışlar ve birçok değerlerini günümüzde baskın kültürler tarafından dayatılan diğer değerlerle değiştirmişlerdir.

     

    Günümüze kadar, bu hastalıklardan kurtulup kendileri olarak tekrar ayağa kalkmak adına ümit verici birtakım gayretler ve çalışmalar ortaya konduysa da bunlar hala hem nitelik hem de nicelik olarak istenen seviyeden çok uzak bulunmaktadırlar.

     

    Bu büyük ve çetin işte başarılı olabilmek için, işin şuurunda ve bilincinde olan gayret ve hamiyet sahibi insanların ve toplulukların daha çok çalışmalarına, sistemli ve bir plan içerisinde hareket etmelerine ve bunu yaparken zamanın yorumlarını da hesaba katarak realitelere uygun faaliyetlerde bulunmalarına ihtiyaç vardır:

     

    Her şey künde künde üstüne yıkılıp gittikten sonra zannediyorum yeniden kendi değerlerimize dönme zamanı gelmiştir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, kendi değerlerimize sahip çıkma mevzuunda ciddilerden daha ciddi bir duruş ortaya koymak olmalıdır. Bunun ismi ne ricat, ne irtica, ne de gericiliktir. Zira biz kendi değerlerimize sahip çıkmanın yanında dünyayı içinde bulunduğumuz zamana göre doğru okumamız, bu mevzuda inkılâpçı bir ruha sahip olmamız gerektiğine de inanıyoruz.

     

    Aslında mü’min için bu durum, bir mânâda bir ikilem ve altından zor kalkılır bir çelişkidir; ama o, bunu mutlaka gerçekleştirme azminde olmalıdır.

     

    Yani bir taraftan kendi değerlerini dünyalara feda etmeyecek kadar onlara sahip çıkacak, “Bin canım olsa o değerlere feda olsun” diyecek; fakat diğer taraftan da, en büyük bir müfessir olan zamanın tefsirini, o tefsirin rüzgârını arkasına almada asla ihmalde bulunmayacak. "Yeryüzünün Yitirilen Cenneti: Aile Devleti"

     

    KÜLTÜR

     

    Toplumların sahip oldukları değerlerin neler olduğunun cevabını Fethullah Gülen Hocaefendi’nin  "Kültür mirasımızın temel kaynakları (1)" yazısında nazara verdikleri iki kültür tarifi üzerinden ve değerler ile kültürü eşleştirerek vermek mümkündür.

     

    Her toplumun ve coğrafyanın kendilerine ait birer kültürleri vardır. Kültürü, bir milletin tarihi boyunca ürettiği, zamanla milli varlığının bir parçası haline getirdiği ve artık onu bilinç altına mal ettiği sosyal ve ahlaki davranış disiplinlerinin bir bütünü olarak görmek mümkündür.

     

    Veya kültürü, bir milletin kendi ahlâkî değerlerini, mezhep mülâhazalarını, varlık, kâinat ve insanla alâkalı düşüncelerini, sosyal ve siyasal tavırlarını ve davranış disiplinlerini ifade yollarının bütünüyle veya büyük bir kısmıyla ortaya koyması ve millî duyuş, millî düşünüş esasına bağlılık çerçevesinde, tarih içinde meydana gelen topyekün fikir, sanat, örf, âdet ve teâmül gibi hususların umumu olarak düşünebiliriz.

     

    Bizim kültür sistemimizde, her şey insan-kâinat-Allah münasebeti üzerine bina edilmişken, Modern Avrupa’da her şey insan, eşya ve hâdiselere bina edilmektedir:

     

    “Yunan felsefesi ve onun çağdaş uzantısı sayılan modern Batı mantığında aktif aklın yanında âtıl bir ulûhiyet telâkkisine karşılık, bizim kültürümüzde her zaman sanat-Sanatkâr, eser-Eser Sahibi ve Hâlık-mahlûk münasebeti söz konusudur.

     

    Biz, kendi düşünce sistemimizde insan ve kâinatı birer vasıta gibi değerlendirerek, belli bir örfâne ufkuna kadar hep bu vasıtalarla, o Ulular Ulusu Sanatkâra yönelir ve O'nu ararız; ötekiler ise, Ulûhiyet telâkkisinin sadece pratikteki neticeleri üzerinde durur ve her şeyi tamamen eşya ve hâdiselere bağlarlar.

     

    Ayrıca bizim, aktif aklın yanında her şeyi Kitap-Sünnet, Kitap-Sünnet'in referansı çerçevesinde diğer kaynaklarla irtibatlandırmamıza mukabil, onlar, aklı ve müşâhedeyi bilimin biricik sebebi görerek, âdeta ilmin ve mârifetin yollarını daraltmış sayılırlar.” (Kültür mirasımızın temel kaynakları (1))

     

    Her ne kadar kültür ve değerler insan tabiatına mâl olarak şuuraltı (bilinçaltı) bir doküman hâline gelmiş olsa ve bu rûha mâl edilmiş ve şuur altında uyuyan bu inançlar, kabuller, örfler, âdetler değişik dinamiklerin etkisiyle harekete geçip uyansalar da eskilerin tamamen aynısı olmayıp zamanın boyasıyla boyanmaları gerekir:

     

    Ancak bu müktesebât (elde edilmiş olan değerler) ne ölçüde insan tabiatına mâl olursa olsun, eskilerin ayniyle yeniden gündeme gelmeleri kat'iyen söz konusu değildir; söz konusu değildir, zira her yeni gün, başlı başına bir âlemdir. Ve gelirken de tamamen kendi hususiyetleriyle gelir, kendi gurûbuyla da batar gider.

     

    Bu itibarla da biz, şuuraltı müktesebâtımızı, birer eski gibi tekrar etmekten daha çok, onlara şartların gerektirdiği bir kısım derinlikler ilâve ederek ortaya koyarız; daha doğrusu, onları, asla dayalı, nesebi sahih taptaze renkler ve derinlikler ilâvesiyle bir kere daha yaşarız.” (Kültür mirasımızın temel kaynakları (1))

     

    İşte bu noktada, ifrat ve tefritlere girerek ne eskinin ne de yeninin kutsanmasına veya eleştirilmesine kalkışılmamalıdır:

     

    “Burada milletçe her zaman tekrar edegeldiğimiz bir hatayı vurgulamakta da yarar görüyoruz. Eskilerin yeniye sağlam bir zemin oluşturması, yeninin de eskiyi daha da açıp geliştirmesi yerine, biz konuyu çok defa birbirinden ayrı iki zamana bağlayıp, bu iki zaman dilimini bazen birbiriyle vuruşturarak, bazen de karşı karşıya getirerek, hep temellerde bir kısım krizlere sebebiyet vermişizdir:

     

    Ya, "Yeniler koklanır, sonra çöpe atılır; eskilerse misk ü amber gibidir, karıştırdıkça çevreye güzel kokular saçar." diyerek, zamanın bir parçasına ait vâridât hakkında ifrat etmiş ya da "Eskiyip gitmiş bu müktesebâttan ne olur ki; ne aranacaksa, yeninin rengârenk dünyasında aranmalıdır." mülâhazasıyla, bu defa da zamanın diğer yanına karşı bütün bütün alâkasız kalmışızdır; kalmış, hem millî zaman mefhumunu göz ardı etmiş, hem de konunun evrensel buudunu görmezlikten gelmişizdir.” (Kültür mirasımızın temel kaynakları (1))

     

    Eski ve yeni, her ikisini bir araya getirerek ve her ikisinden de istifade ederek güzelliklerin ortaya çıkarılmasına ve böylece değerlerimizin bugünkü herkes tarafından kabul edilebilmesine çalışılmalıdır:

     

    “Oysaki biz, kendi kültürümüzü, sadece kendi coğrafyamız açısından değil, bizimle medenî dünya arasında kalıcı ve sağlam bir köprü teşkil etmesi zâviyesinden de iyi yorumlama, dikkatli değerlendirme ve düşünce hayatımızda, açılma türünden yeni bir kültür zamanına ortam hazırlama mecburiyetindeyiz.

     

    Değişik bir ifadeyle, milletimiz adına daha sağlam, daha tutarlı, daha kalıcı bir kültür anlayışının inşâsı için -geleceğin önceliği mahfuz- dün, bugün ve yarına ait değerleri birbirine feda etmeme, temâdî ve inkişafa aynı ölçüde saygılı kalma "zorunda"yız. “ (Kültür mirasımızın temel kaynakları (1))

     

    ZAMANA UYGUN HAREKET ve DEĞERLERE GERİ DÖNME NASIL OLACAK?

     

    Her zamanın bir hükmü olduğu ve bu hesaba katılmadan hareket edildiği zaman başarılı olunamayacağı, herkesin bilip kabul ettiği bir gerçektir. İslâm’ın sahip olduğu ve insanlığa sunduğu değerlerin zaman üstü ve evrensel oldukları ve herkesin ve her zamanın bunlara ihtiyacı olduğu da bir diğer gerçektir.

     

    Bu durumda, bütün dünyaya hitap eden bu değerlerin zamana ve konjonktüre göre yorumlanarak insanlığın hizmetine sunulması gerekmektedir:

     

    Asr-ı Saadet’te yaşanan hayatın kelimesi kelimesine, milimi milimine günümüze aktarılması ve hiç değiştirilmeksizin aynen uygulanmaya çalışılması, çatışmaya sebep olabileceği gibi dinin ruhuna da uygun olmayabilir.

     

    Yapılması gereken, sünnetin temel felsefesinin iyi kavranması ve dinin açık bıraktığı uçlardan hareketle içinde yaşadığımız zaman ve şartlara uygun olarak günümüz problemlerine çözümler bulunmasıdır. Siyere bu gözle bakılacak olursa, Allah Resûlü’nün savaş ve barış stratejisinden, irşat ve tebliğ usulünden, idare ve yönetim anlayışından veya fetva ve kazaya dair uygulamalarından günümüz için çok önemli ilke ve prensipler çıkarılabilir.

     

    Elimizde âlemşümul değerlerin bulunduğunda şüphe yoktur. Fakat önemli olan, bunları mevcut konjonktüre uygun olarak yorumlayabilmektir.” (Dinin Müstakim Yorumu Adına Ölçüler)

     

    Fethullah Gülen Hocaefendi, her zaman geçmişten kopmamak gerektiğini, ama geçmişi aynıyla uygulamanın da mümkün olmadığını vurgulamışlardır. Bu yüzden Siyer-i Nebevinin çok iyi okunup hazmedilmesi, sünnetin temel felsefesinin iyi kavranması ve dinin açık bıraktığı uçlardan hareketle içinde yaşadığımız zaman ve şartlara uygun olarak günümüz problemlerine çözümler bulunması gerektiğine vurgu yapmışlardır.

     

    Geçmiş ve bugün arasındaki benzerlikler ve farklılıklar çok iyi çalışılmalı ve bunlara bağlı olarak geçmiş ve geçmiş tecrübeden istifade edilmelidir:

     

    “Bugün yaşamak istediğimiz hayat, farklı bir çizgide de olsa geçmişte yaşanmış olabilir. Ama o günkü çizgiyle bugünkü çizgiyi çok iyi belirlemez ve bunlar arasındaki farkları göz ardı ederseniz, arzu ettiğiniz şeyleri gerçekleştiremezsiniz. Format farklılığına ihtiyaç olduğunu, önümüzde duran bir kısım hazır çözümlerin yeniden ele alınması gerektiğini unutmamalıyız.”

     

    İnşallah sonraki yazıda geçmişten miras alınan değerlerin ve temel disiplinlerin mevcut zamana ve konjonktüre göre yorumlayalım derken içine düşülen yanlışlıklar konusu ile devam edelim.

     

    30 Ağu 2024 13:24