Kendinden habersiz yaşayanlar

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    12 Tem 2024 11:32


    İslâmiyet’in gelmesinden itibaren 12-13 asır boyunca, yeryüzünde insanların maddi ve manevi anlamda en saadetli olduğu coğrafyalar, Müslümanların yaşadığı bölgeler olmuştur. 

     

    19. asrın başlarından itibaren, İslam dünyasında ciddi anlamda maddi ve manevi gerilemeler baş göstermeye başlamıştır. Bu gerileme dönemini, farklı kriterler üzerinden daha önceki bazı asırlara kadar götürmek de mümkündür.

     

    Bu gerilemelere rağmen, 19. Asrın ortalarına ve belki de sonlarına kadar Osmanlı Devleti, Batı ve Doğu’da, insanlarda hayranlık uyandırabilecek bir cazibeye sahip olabilmiştir ki bu hayranlığın izlerini Batılı yazarların eserlerinde görmek mümkündür.

     

    19. Asrın sonlarına kadar bu cazibe, insanların İslam’ı benimseyip kabul etmelerinde çok etkili olmuş ve insanlar maddi ve manevi onlara çok şeyler vaad eden böyle bir dine mensubiyetlerinden (ait olmalarından) dolayı şeref duyuyorlardı.

     

    Müslüman olmayan insanlar bile böyle bir coğrafyada bu saadetten istifade ettikleri için mutlu olmuşlardır. Bunlar diğer memleketlerdeki dindaşlarına kıyasla çok daha rahat bir hayatı buralarda yaşayabiliyorlardı.

     

    19. asırdan itibaren dünyada güç dengeleri değişirken, İslam alemi yavaş yavaş bu güç dengeleri içindeki konumunu kaybetmeye başlamış ve Birinci Dünya savaşı ile de tamamen yitirmiştir.

     

    Bu asra yaklaşırken, Müslümanların, dini tam anlamıyla artık yaşamamaları ve onlardaki renk kayıpları dinin hayat içerisinde tam temsil edilememesine ve dinin vaat ettiği güzelliklerin ortaya çıkmamasına neden olmuştur.

     

    Cazibeye sahip olduğu dönemlerde, İslâm karşısında hiçbir din, akım ve fikrin ayakta kalması veya O’nunla rekabet edebilmesi mümkün olmamıştır. Her zaman farklı inançlara sahip olanlardan Müslümanlığı kabul edenler olmuştur ve bu cazibe ve bu hızlı kabule hiçbir inanç sistemi ulaşamamıştır.

     

    Bu yüzden hasım dünya, Müslümanlar yeryüzünde nerede yaşıyorlarsa, oraların geri kalmasına çok gayret etmişler ve ellerindeki imkânların bolluğu sayesinde buna da belli ölçüde muvaffak olabilmişlerdir.

     

    Günümüz dünyasında İslâm’ın tam doğru temsili ve yaşanması neredeyse yok gibidir. İslâm’ı insanlarda bir cazibe meydana getirecek şekilde yaşayanların sayısı ise çok azdır ve bu doğru ve güzel temsillerin bitirilmesi adına bazı oluşumlar çok ciddi bir faaliyet içerisindedirler.

     


    Gelecek adına ümit vaat eden cemaat ve topluluklara hayat hakkı tanınmamış, bu oluşumlar daha tam gelişemeden ya bitirilmişler veya değiştirilip fayda vermez bir hale getirilmişlerdir.

     

    İşte böyle bir dünyada, günümüz neslinin kendi dinlerini muhafaza edip yaşamaları, geçmişten gelen milli ve manevi değerlerine sahip olabilmeleri çok zor bir hale gelmiştir.

     


    Kimlik problemi


     

    Bulundukları coğrafyalardaki olumsuzluklar, İslâm’ın yanlış ve çirkin temsilleri ve gerçek İslâm ve Müslümanlığın bilinemeyişi ve insanlarda var olan değer yargılarının maneviyattan uzak ve madde merkezli olmaları sebebiyle, Müslümanlar göğüslerini gere gere her yerde Müslümanlıklarını dillendirememekte ve böyle bir dine ait olmanın memnuniyet ve gururunu gösterememektedirler. Bu insanlar bulundukları ortamlarda başları dik gezememektedirler.

     

    Bir konferansta, Yahudi asıllı bir ilim adamının Kerim Balcı Bey’e “Başını eğme dik tut! İslâm, tarihte sizi utandıracak hiçbir şey yapmamıştır.” anlamındaki sözleri, Müslümanlardaki bu ezikliğe ve tarihlerindeki değerlerin eksik ya da yanlış bilindiğine ışık tutucu vaziyettedir.

     

    İslâm dini her şeyiyle ve bütün geçmişiyle, Müslümanların yüzünü güldürecek, onların o dine bağlılıklarından şeref duyacakları bir mahiyete ve geçmişe sahiptir. Fakat maalesef bu din ve dinin geçmişte ortaya koyduğu o baş döndürücü güzellikler tam ve doğru bir şekilde bilinememektedir.

     

    Tam tersine, günümüzdeki insanları İslâm’dan uzaklaştıran ve dinin o güneş gibi parlak yüzüne leke çalan yanlış dini temsiller ve İslâm’ı gerçek bir şekilde yaşayamayan ama yaşadıkları iddiasında olan Müslümanların yanlış uygulamalarından kaynaklanan yanlış bir İslâm anlayışı vardır her yerde.

     

    Bütün bunlar Müslümanların büyük bir kimlik problemi içerisine düşmelerine ve kimlikleriyle barışık olamamalarına yol açmıştır.

     


    Kimlikleriyle barıştırmak


     

    Bediüzzaman, günümüzdeki İslâm aleminin kurtuluş reçetelerini sunduğu Münazarat adlı eserinde aidiyetin, bir topluluğa, millete ve dine müspet (pozitif) anlamda bağlılığın önemli kazanımlarını nazara vermektedirler.

     

    Hazret-i Üstad Münazarat’a başlarken “Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın, Şanlı Tali'siz Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi” sözleriyle başlamaktadır. Bu sözler aslında, bu yazıda ele almaya çalıştıklarımızı en güzel özetleyen kelime ve kavramlara yer vermektedir.

     

    Hz. Bediüzzaman, Münazarat’ta reçeteyi gösteriyor

     

    İslâm kıtası çok büyük ve azametli ama artık yıkılmaya başladığından bahtsız ve nasipsiz, geçmişinde ortaya koyduğu o harikulade performansı ile çok şanlı ama bugün için yakın geleceğe ait bir şeyler vaat edemeyen, sahip olduğu din ve milli ve manevi değerler yönüyle çok büyük bir kıymete sahip bir kavim olmasına rağmen, onlara sahip çıkanların neredeyse bulunmadığı bir zaman dilimi yaşanmaktadır. İşte Hazret-i Bediüzzaman Münazarat’ta bu topluluğun tekrar dirilip kendi olabilmesi adına reçeteler ve çıkış yollarını göstermektedirler.

     

    Eserde, bir millete, topluma veya topluluğa ait olmanın, ait olunan yer ne kadar yüksekse, o ölçüde o insanın himmetini, değerini ve kıymetini yükselteceği üzerinde durulmaktadır. 19. Asra gelindiğinde, milliyet düşüncesi ve bunun meydana getirdiği güç, bazıları tarafından yanlış olarak ve kendi faydaları adına kullanıldığından, Müslümanlar bunun pozitif faydasından hakkıyla yararlanamamışlardır.

     

    Buna mukabil, milliyetlerine aidiyetlerini güçlü olarak hisseden toplumlar, buradan gelen güçle büyük ilerlemelere imza atabilmişlerdir. Böyle fertler ve bireyler, sahip oldukları birtakım imkânları kendi milletlerinin faydasına kullanmaktan çekinmemekte ve milletlerinin gelişmesi ve bekası için büyük fedakarlıklara katlanabilmekte ve bu uğurda büyük cesaret örnekleri ortaya koyabilmektedirler.

     

    Hazret-i Üstad, o dönemdeki Ermeni milliyetçilerinin davaları uğrunda gösterdikleri fedakârlık ve cesaret üzerinden konuyu açıklamaktadırlar: “Öyle ise dinleyiniz ve kulaklarınızı beş açınız. İşte milliyet fikriyle uyanmış bir Ermeni’nin himmeti, milletinin hepsidir. Güya, onun milleti küçülmüş, o olmuş veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu olsa da feda etmekle iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür.” (Münazarat)

     

    Böyle tek bir millete ait olmaktan çok daha büyük olan ve bütün yeryüzündeki Müslümanların mensup olduğu bir milliyete ait olmanın ve onlar adına oturup kalkmanın ne kadar büyük şeylere vesile olacağı düşünülsün…

     

    Maalesef, 19. Asra doğru, İslâm aleminde, İslâmî millet fikri kaybolmaya başlamış olduğundan ve onun yerine daha düşük şeyler konulmaya başlandığından ötürü, himmetlerini bu küçük şeylere kullanan insanlar bu hususta yolda kalmışlardır:

     

    Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve îmandır


     

    “Halbuki şimdikilere demiyorum; lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş. İslâmiyet milliyetinin nâmusunu bilmemiş. Yalnız bir menfaat veya garaz veya bir adamın veya bir aşiretin nâmusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü. Elbette, tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî milliyet fikriyle (Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve îmandır) onlar gibi temâşâ etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız.

     

    Eğer, Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler, nihayette korkak ve sefîl olacaklardı. Hakikaten, sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira, bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filan yiğittir.” sözlerini işitmek gibi küçük şeyler için hayatını hafife alan veya ağasının nâmusunu büyük göstermek için kendini fedâ eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâm’ın kardeşliklerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba hayatlarını hafife almazlar mı? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.” (Münazarat)

     

    Halbuki, bu dünyanın insanlarının böyle yüksek yiğitlik sergileme potansiyelleri vardır. Geçmişte bunu en güzel bir şekilde ortaya da koymuşlardır. Önemli olan bu karakterin tekrar canlandırılarak diriltilebilmesidir.

     

    Günümüzdeki Hizmet Hareketi’nin ilkeleri arasında yer alan başkaları için yaşama, adanmışlık ve beklentisizlik gibi yüce değerlerle donanmış bireylerin, içinden geçtikleri en çetin imtihanların da kazandırdıklarıyla beraber, bu ihtiyaca cevap verebilecek bir seviye ve kıvam sergiledikleri söylenebilir.

     

    Hizmet insanları için çıta daha da yükseğe konmuş ve bütün insanlığı kucaklayacak bir himmet sergilemeleri onlara telkin edilmiştir. Bu adanmışlar topluluğunun, insanlık ortak paydası etrafında yeryüzündeki bütün insanları buluşturabilme, kavgaları ve problemleri bu şekilde ortadan kaldırarak barış ve huzurun en yüksek bir seviyede yaşandığı bir yeryüzü cenneti inşa etmek gibi gaye ve hedefleri vardır.

     

    İnşallah, bu bireyler bulundukları toplumlar içerisinde birer maya vazifesi görecek ve bütün bir insanlığın ihtiyacına cevap verebilecek himmeti yüce insanların yetişmesine vesile olacaklardır. 

     


    İnşallah sonraki yazıda devam edelim…

    12 Tem 2024 11:32