Fethullah Gülen Hocaefendi, Hazret-i Bediüzzaman sayesinde şahısları daha doğru ve daha isabetli bir şekilde tanıma ve bilme imkânı bulduğundan bahsetmektedir. Biz de diyebiliriz ki Hazret-i Üstad ve Hocaefendi vesilesiyle fikir ve düşünce insanlarını ve tarihi şahsiyetleri daha iyi anlama ve daha doğru bilme şansı bulabildik. Şahıslar hakkındaki bu tespitimiz özellikle İslam’ı ve Müslümanları ilgilendiren yaşanmış olayların tahlil ve analizleri için de geçerlidir.
Normal insanlar tarihi şahsiyetleri ve olayları değerlendirirken muhabbetlerinin, düşmanlıklarının, tarafgirliklerinin ve benzeri bazı duygularının (haset vs.) etkisinden kurtulamadıklarından kendilerini ifrat ve tefritlere düşmekten kurtaramayabilirler. Bu insanlar gerekli olan bilgiye de tam vakıf olamadıklarından ve aynı zamanda bütüncül bir bakışla da hareket edemediklerinden dolayı çok büyük yanlışlıklara sebebiyet verebilirler ve hakikatlerin anlaşılamamasına ve çarpıtılmasına yol açabilirler.
İslâm tarihi içerisinde, Âl-i Beyt’e ve Hazret-i Ali’ye (R.anhüm) olan muhabbet ve düşmanlıkların ümmet-i Muhammed üzerinde büyük etkileri olmuş ve maalesef bunlar çok büyük kutuplaşmalara ve fitnelere yol açmışlardır. Bundan hareketler, Şia, Rafizilik ve Haricilik gibi Ehl-i Sünnet çizgisinden uzaklaşan fırkalar ortaya çıkmıştır. Bu ayrışmalar tarih boyunca önemli mücadelelere ve çekişmelere meydan vererek İslâm’a büyük zararlar vermiştir.
Makro planda yaşanan bu problemlerin dışında, mikro planda Ehl-i Sünnet çizgisi içerisinde de bu muhabbet ve düşmanlıkların yol açtığı ifrat ve tefritler yaşanmıştır. Bu durum, bazı Müslümanları istikametli ve adil düşünceden ve değerlendirmelerden uzaklaştırarak dinin temel kaynaklarından ve İslâm binasının temelini oluşturan başta sahabeler olarak dine çok büyük hizmetlerde bulunmuş Müçtehidin-i İ’zam büyüklerden istifade edememelerine yol açmıştır.
Bu mahrumiyetler İslâm’ın doğru anlaşılıp yaşanmasının önünde çok büyük engeller meydan getirmektedir. Bu yüzden, hakiki peygamber varisleri olan müceddidler, sürekli olarak bu konularda Müslümanları tadil ve tashih etmek için çok büyük gayretler sergilemişlerdir. Allah’ın onlara olan hususi inayet ve keremiyle, Allah vergisi olan donanımları, basiretleri ve ferasetleri, ilimlerde sahip oldukları derin vukufiyetleri ve bütüncül bir bakışla meseleleri analiz edip yorumlayabilmeleri sayesinde istikametten şaşmadan hakikatleri doğru bir şekilde tespit edip insanlara gösterebilmişlerdir.
Allah’ın (CC) her zaman dilimine lütfettiği bu peygamber varislerine başvurmayanlar ile bunlara tabi olanlar ekseriyetle yollarda kalıp dökülmüşler ve maalesef büyük sapmalar (inhiraflar) yaşamışlardır. Asr-ı Saadet’te yaşanan Cemel, Sıffin ve sonrasında Kerbela olayları, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendilerimizin (R.anhüm) şehadetleri, Âl-I Beyt’in maruz kaldığı zulümler Hz. Ali ve Âl-i Beyt merkezli muhabbetleri ve aynı zamanda düşmanlıkları ortaya çıkarmıştır.
Bu olaylarda, hakkın tesisi için çalışanlar ve duygularının tesirinde kalarak reaksiyonerlik ile ortaya atılanlar da vardır ama ekseriyet itibarıyla bu olayları kendi menfaatleri, kabilecilikleri, tarafgirlikleri hesabına veya İslâm’a karşı sahip oldukları intikam, nefret ve kinlerini tatmin etmek için kullananlar daha büyük rol oynamışlardır.
Bundan sonra, Hazret-i Bediüzzaman ve Fethullah Gülen Hocafendi’nin Âl-i Beyt ve Hz. Ali muhabbetinde istikamet ve dengenin nasıl olması gerektiğini gösteren yaklaşımları ve değerlendirmeleri ile devam edelim…
ÂL-İ BEYT’İN MUHABBETİ, RİSALE-İ NUR’DA VE MESLEĞİMİZDE BİR ESASTIR
Bu asırda, Hazret-i Bediüzzaman ve Hocaefendi’nin Âl-i Beyt muhabbetinde zirveyi tuttuklarını eserlerinde ve beyanlarında müşahede etmek mümkündür. Hocaefendi’nin hayatına baktığımızda, neş’et etiği ortamda, aile fertlerinde ve kendisinden çok istifade ettiği Alvarlı Efe Hazretlerinde de bu muhabbetin çok ileri seviyede var olduğu görülmektedir.
Hazret-i Bediüzzaman, bu muhabbet ve bağlılığını şu şekilde temellendirmektedirler: “Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelûtiye kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-ı imaniyede hususî üstadım, İmam-ı Ali’dir (ra).
Ve “De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beyt’ime muhabbettir.” (42/23) âyetinin nassıyla, Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakikî şakirdlerinde olmamak lâzım geliyor.” (Emirdağ Lâhikası)
Hazret-i Üstad, bu önemli olmazsa olmaz esası ortaya koyduktan sonra, o asırda yaşanmış fitneler ve ciğersûz hâdiselere yaklaşımlarda dengenin korunmasını sağlamaya yönelik ve aynı zamanda ifrat ve tefritlere girilmesinin de önünü alacak şekilde değerlendirmelere ve analizlere geçmektedirler.
Âl-i Beyt’in karşısına çıkmış insanlar arasında sahabeler de olduğu için sahabeye karşı oluşabilecek yanlış anlamaları önlemeye matuf doğru yaklaşımın nasıl olması gerektiğine dair önemli tespitler yapmaktadırlar: “Fakat madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet ihtilâftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilâf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.
Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar, dâr-ı ahirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Âl-i Beyt’in muktezası değildir ve lâzım da değildir diye, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men etmişler. Çünkü Vak’a-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir ve Talha ve Aişe-i Sıddıka (ra) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, o harbi, “İçtihad neticesi” deyip, “Hazret-i Ali (ra) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir.” derler.
Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhepleri İslâmiyete zarar vermesin diye, Sıffîn Harbi’ndeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar. Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazânî, “Yezide lânet caizdir” demiş; fakat “Lânet vacibdir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur.
Şer’an, bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar, amel-i salihte dâhil olamaz. Eğer zararı varsa, daha fena…” (Emirdağ Lâhikası)
İnşaallah, sonraki yazıda, Hazret-i Bediüzzaman’ın ve Fethullah Gülen Hoceefendi’nin Asr-ı Saadet’te ve hemen sonrasında yaşanan hadiselere yaptıkları istikametli yorum ve analizleriyle devam edelim…