MUCİZELERİ VE BÜYÜKLERİ KABUL EDEMEME 3
Daha önceki yazıda, “İnancın Gölgesinde” adlı eserde,
“Mucizeler İnkâr Edilemez” başlığı altında mucizeler hakkında yapılan itirazlara verilen enfes cevapların dokuz adedini ele almıştık. Bu yazıda da kalan diğer orijinal yorumlarla devam ediyoruz…
10. Dikkatle ele alındığında, durmadan tekrar eden olayların varlığının yanında, daha önce hiç meydana gelmemiş, ilk defa gerçekleşen olayların da var oldukları görülebilir:
“Aklın iki türlü tecrübe sahası vardır. Bunlardan ilki, daha önce misli ya da benzeri geçmemiş, dolayısıyla kıyasa imkân bulunmayan hâdise ve vâkıaların sahasıdır. Bunlar, bazen tek ve münferit vak'a olarak kalır; bazen de misli ve örnekleri çoğalır gider. İnsanın ilk yaratılışı bu sahanın birinci şıkkına girer; yani, bu annesiz-babasız yaratılış bir daha tekerrür etmemiş, dolayısıyla kıyasa kapı açılmamıştır.
İkincisi, kıyasa ve ilmin kanunlarına tâbi olan misli ve benzeri geçmiş hâdise ve vâkıaların sahasıdır. Bu sahada alışagelen sebep ve kanunlar ilâhî icraata bir perde olarak göründüğünden, akıl daha çok bunlarla meşgul olur. Bu sebeple, benzeri olmayan ilk yaratılışı, münferit ve benzeri yok diye inkâra kalkışmak, en azından tefekkür, düşünce ve ibret noktasında aklın sahasını daraltmak, kendi sınırlarını aşmak ve dolayısıyla akıllı ve mantıklı hareket edeyim derken, akılsızlık ve mantıksızlık sergilemektir.”
11. Yaşadığımız bu sebepler dünyasında bile, tek olan ve alışılmışın dışında gerçekleşen, benzeri olmayan ve nadiren karşılaşılan olaylar vardır ve bunlara ilimler geliştikçe açıklamalar yapılmasını bekler ve bunları inkâr etme yoluna gitmeyiz:
“Meselâ, İngiltere'de doktorların ülser tedavisinde artık ilaçları bırakıp, yavaş yavaş 'hipnoterapi' denilen telkin yoluna başvurduğunu öğreniyoruz. Telkin ve dua ile tedavi, şâz yani benzeri ve öncesi olmayan bir vâkıaysa, akıl ve ilim adına bunu reddetmemiz mi gerekecek? Öyleyse, akıl da ilim de, sebep ve kanunlar dairesinde olmayan mucizelere sırt çeviremez.”
12. İlimlerin daha önce doğru kabul ettikleri şeyleri daha sonra yalanladığı ve yanlış dedikleri şeyleri sonra doğruladıkları çok olmuştur:
“Bugün doğru kabul edilenin yarın yanlış, yanlış kabul edilenin de doğru olmayacağını kimse garanti edemez. Sonra, ilmin bugün açıklayamadığı madde, sebep ve kanunlar ötesi pek çok meseleyi "İlim yarın açıklayacaktır." diye bekleyip inkâr edememe karşısında, geçmişte olup biten hâdiseleri, "Mümkün değil." diye inkâra yeltenmek hiçbir akıl ve mantıkla izah edilemez. Neden "mucizeler" için de "Bunlar bizi, aklımızı, düşünce ve tecrübe sınırlarımızı aşar." deyip daha yumuşak yaklaşmıyoruz!”
Ayrıca, “İnancın Gölgesinde”, Hazret-i Bediüzzaman’ın mucizeler ile alakalı yaptığı şu orijinal tespite dikkat çekilmektedir:
“İlimler adına mucizeleri inkâr edenler, hakikati anladıkları zaman utanacaklardır. Çünkü ileride, Kur'ân ve hadislerin parmak bastığı ilmî ve teknik icat ve gelişmeleri incelerken göreceğimiz üzere, pek çok ilmî ve teknik gelişme ve buluşun önünde onlara bayraktarlık yapan birer mucize vardır. Peygamberler ve Son Peygamber (SAV), akılların bugünü idrakten fersah fersah uzak bulunduğu dönemlerde, belki bugünkü akılların da kavramaktan âciz kalacağı bir şekilde, mucizeleriyle bugüne ve bugünkü ilim ve tekniğin basamaklarına ışık tutmuş, hatta çok daha ötede ilim ve tekniğin henüz çok uzak bulunup, ulaşmaya çalıştığı zirveleri göstermiş ve bu zirvelere ulaşılmaz sınır taşlarını dikip, bayrağı dalgalanmaya bırakmışlardır.”
Bediüzzaman Hazretleri, peygamberler eliyle gösterilen mucizelerin, ilim ve fenlerle insanlığın ulaşabileceği en son noktalar olduğunun tespitini yapmaktadırlar. Günümüzde o mucizelere benzer şekilde (aynı seviyede değil), ateşin yakmayacağı elbiseler üretilebiliyor (Hz. İbrahim (as) mucizesi), çok uzun mesafelere çok kısa zamanda ulaşılabiliyor (Hz. Süleyman (as) mucizesi), Kayalardan ve topraklardan sondaj ile su çıkarılabiliyor (Hz. Musa (as) mucizesi) ve tıpta Hz. İsa’nın (as) mucizelerine benzer gelişmeler kaydedilebiliyor.
Peygamber mucizelerinde, peygamberlerin manevi yükselmeleri neticesinde onlara verilen mucizelerdeki harikalıklara, insanlığın madde aleminde çalışarak birebir aynıları olmasa da ulaşabilmelerinin mümkün olduğuna hem işaret hem de teşvik etme (motive etme) vardır. Yani, bunlar olağan dışı ve harikuladedirler ama imkânsız olmayıp, olabilen şeylerdendir.
13. Kâinatta var olan kanunlara yaratılmış varlıklar tabidirler ve bunları değiştirme gücüne sahip değillerdir. Ama, nihayetsiz kudret sahibi olan Allah (CC) için buna bir engel yoktur:
“Allah, izzet ve azameti gereği sebepler ve kanunlar çerçevesinde icraatta bulunur; aynı zamanda O, Hakîm'dir de; yani abes işi olmaz, her yaptığında mutlaka 'hikmet' vardır. Fakat, ne sebepler ve kanunlar dahilinde icraatta bulunmak, ne de mutlaka her işinde 'hikmet'i gözetmek mecburiyetinde değildir.. evet Allah için herhangi bir mecburiyet söz konusu olamaz. Bu yüzden, hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek, akılların ve kalblerin sebep ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek, ihtiyar ve iradesini apaçık ortaya koymak ve nazarları Kendi'ne çevirtmek için Allah, zaman zaman şâz icraatta (olağan dışı işleri yapma) bulunur; sebep ve kanunları aşan hâdiselerle bizi karşı karşıya bırakır.”
Günlük hayatta bile karşılaşılan, beşinci kattan düşen çocuğun burnunun bile kanamaması, uçak kazasında herkes hayatını kaybederken, kundaktaki bir bebeğin yara bile almadan kurtulması, çift başlı dört ayaklı çocuk doğması gibi çok sayıda kural dışı olaylar vardır. Dolayısıyla, bütün bunlar ve bunların daha üst boyutunda meydana gelen mucizeler akla ve ilme uymuyor diye kabul edilmemelerinin hiçbir anlamı yoktur.
14. İçinde yaşadığımız alem sadece madde aleminden ibaret değildir ki, maddi alemin kanunlarıyla açıklanamayan şeyler inkâr edilebilsin:
“İlim ve akıl, sadece rasyonaliteye, maddeye ve atomun hareketlerine mahsus ve münhasır kılınamaz. Şundan ki, her şeyden önce akla sahip olup, ilim yapan insan madde ve cesetten ibaret değildir. İnsanın maddesine bakan, binlerce âlemden sadece biridir. Mucizeleri aklına sığdıramayan, ilmî gelişmeleri biraz olsun takip edip, ilim çevrelerinde olup bitenlere vâkıf bulunsa, o zaman, serseri bir meteor gibi boşlukta gezip duran aklı da tam yörüngesine oturtacaktır.
İnsanda ruh vardır ve bu ruhun da anlaşılamayan pek çok fonksiyonu mevcuttur. Ve bugün ruhla ilgili çalışmalar, ilmî mahfillerin başlıca uğraşılarından biri hâline gelmiş bulunmaktadır. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiş olup, göz ise mâneviyatta kördür. Mucizeleri inkâr edenler, belki de dine karşı yabanîlik ve tedirginliklerinden böyle bir yola başvurmaktadırlar. Ama düne hükmettiği gibi, gelecekte de gönüllere hükmedecek olan sadece dindir”
Maddi alemin kendine göre kuralları olduğu gibi manevi ve ruhaniyet alemlerinin de kendilerine has kuralları vardır ve bunlar maddi alemlerin kuralları ile anlaşılamazlar.
Mevlana Şibli de Asrı Saadet serisinde bu önemli noktaya dikkat çekmektedirler:
“Maddî âlemin muttarid (düzenli, sıra ile birbirlerini takip etme) hâdiselerinden sayılan gündüzleri gecelerin, baharları da kışların takip etmesi, baharda yazda çiçeklerin açılması, ağaçların meyve vermesi; semada yıldızların ahenkli ve bir hesaba bağlı hareket etmesi gibi kanunlar ve disiplinler olduğu misillü, ruhaniyat âlemlerinin de kendilerine göre bir kısım kanunları ve kuralları vardır; evet, güneş, ay, yıldızlar ve yerküre üzerindeki hâdiseler, onlarla alâkalı vaz'edilmiş kanunlar çerçevesinde hep bir ıttırad (düzen içerisinde, ard arda gelme) arz ettikleri gibi hidayet-dalâlet, rahmet-azap, risalet ve ona müteallik hususlar da ilâhî bir kısım kurallara mukarin (bağlı) olarak cereyan ederler.
Peygamberler Allah tarafından seçilir ve O'nun tayin buyurduğu zamanlarda gönderilirler. İnsanlar onları ya kabul eder veya tekzibde (yalanlamada) bulunurlar. İnananlar kurtulur, inanmayanlar da haybet ve hüsrana uğrarlar. Böyle bir mücahede esnasında Allah, bizim idrak ve anlayışımızın çok çok üstünde, seçip gönderdiği o üstün insanların elleriyle bir kısım harikalar yaratır/yaratmıştı...
Ne var ki biz, baharda çiçeklerin nasıl var olduklarını, nasıl açtıklarını; ağaçların nasıl bizim ihtiyacımız olan meyveleri verdiklerini; yıldızların neden belli yörüngelerde hareket ettiklerini; ağaçların niye tohuma dayandığını, tohumların nasıl meydana geldiğini ve aldığımız gıdalarla bünyelerimiz arasındaki sırlı alış verişi tam bilemediğimiz gibi, peygamberlerin de neden peygamber olarak seçildiklerini, neden değişik zaman dilimlerinde gönderildiklerini, işin "hakikat-i nefsü'l-emriye"sine (hakikatin/gerçeğin bizzat kendisi) uygun olarak anlayamayız; biz ancak, belli zamanlarda, belli kavimlere peygamberlik vazifesiyle belli kimselerin seçilip gönderildiğini ve onların bir kısım inkılaplar gerçekleştirdiklerini.. ve ısrarla iman, islâm gibi esaslar üzerinde durduklarını bilebiliriz.”
Mevlana Şibli’ye Göre Peygamberlik ve Mucize
15. Aslında, ilimlerin kendilerine dayanak yaptıkları sebeplerin ve kanunların mucizeler sahasında söz söyleyebilme hak ve kabiliyetleri de yoktur:
“İnkâr eden aklın, kendine dayanak seçtiği ilme ait sebep ve kanunlar, yaratıcı olamaz ve dolayısıyla mucizelere hükmedemez ve mucizelerin anlaşılmasında bir ölçü ve mukayese vasıtası sayılamazlar. Zincirleme olarak sonsuza kadar uzanamayacak olan sebepler gibi, mucizeler de Yaratıcı Kudret'in eseridir. Kâinatta cebrî bir determinizmin hâkimiyetini varsayanlar, ilk sebebe gelince tıkanmakta ve 'niçin'e cevap veremeyip, 'nasıl'la uğraşıp durmaktadırlar.”
Allame Hamdi Yazır tefsirinde, felsefecilerin mucizeleri anlayamayıp inkâr etmelerine karşılık verdiği aşağıdaki cevapta, bu hususa parmak basmaktadır:
"Bizim bilgilerimizin en sağlam esası sayılan "illiyet ıttırad"ları (sebep-sonuç çerçevesinde hâdiselerin sürekli meydana gelmesi) hakkındaki malumatımız ne tam ne de mutlaktır. Aksine, bizim bu konuyla alâkalı bütün bilgilerimiz cüz'î ve nisbîdir (göreceli). Bu itibarla da, bilmediğimiz bir kısım illet (sebep ve gerekçe) ve âdât-ı ilâhiyeye (Allah’ın (CC) koyduğu kanunlar) ait kuvveleri inkâra hakkımız olmamakla beraber, bunları birer küllî esas kabul ederek "Falan şey asla olmaz." demeye ve Mutlak Kudret'e acz isnat etmeye de hakkımız yoktur. Aslında ruhu bir tarafa bırakalım, bir ışığın parlamasıyla sönmesi arasındaki sürat bile bize, ne kadar seri bir şekilde yaratılıp yok olmaların cereyan ettiğini göstermektedir.
Ne var ki, kalbleri kaskatı hale gelmiş olanlar bütün bu mümkin şeyleri görmez de dar kafalarının almadığı ve takılıp kaldıkları her noktada hemen ümitsizliğe düşüp boğuluverirler. Hele bunlardan bir sınıf vardır ki onlar, arzu ve isteklerine ters gelen hak da olsa, hakikat de olsa kat'iyen kabule yanaşmaz da onunla mücadelede bulunmak için her haksızlığı irtikap edebilirler. İşte bunlar birer firavundur ve onların bu hâline de firavunluk denir." (Hak Dini Kur'ân Dili)”
Hamdi Yazır’ın Mucize Hakkında Felsefecilere Verdiği Cevapİnşaallah sonraki yazıda, bu konuya devam edelim…