Olayların dilini anlayabilmek

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    11 Eki 2024 01:54

     

    Önceki yazıda, hadiselerin başıboş olarak ve rastgele meydana gelmedikleri, her şeyin sonsuz ilim sahibi Allah'ın gözetimi altında gerçekleştiği ve doğru bir nazarla bu olaylar arasındaki ilişkiler ve bir maksada doğru gittiklerinin görülüp sezilmesi ile bunların bir kitap gibi okunabilmesinin önemi üzerinde durulmuştu.

     

    Bu konuyu Risale-i Nurlarda Sekizinci Söz’de anlatılan bir hikâye üzerinden Hazret-i Üstad çok şahane bir şekilde ele almışlardır. Bu hikâyenin Hazret-i İbrahim’e (AS) indirilen sahifelerde geçtiği rivayet edilmektedir. Günümüzde Budizm’in hâkim olduğu Çin’de dahi bu hikâye bilinmektedir ki, bu durum birçok inancın temelinde hak bir dinin varlığına da bir delil olarak düşünülebilir.

     

    Bu hikâyede iki kardeşin bir yolculuğa çıkmaları, ayrı yollar tercih etmeleri, her ikisinin de yolculuğunda bir sahrada bir aslanın peşlerine düşmesi neticesinde kendilerini bir kuyuya atmaları, kuyudaki bir ağacın dalına tutunmaları, ağacın dalının biri siyah bir beyaz iki fare tarafından kemiriliyor olması, o dalda farklı türden meyvelerin var olması ve kuyunun dibinde onları yutmak için bekleyen bir ejderhanın bulunması anlatılmaktadır.

     

    Her iki kardeş bu yaşadıklarını kendi perspektiflerinden yorumlamaktadırlar. Kötü huylu olan kardeş olayları tesadüf olarak ele almakta ve bu yüzden de bu gördükleri ve yaşadıkları karşısında büyük bir dehşete kapılıp çok büyük acılar çekmektedir:

     

    “İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya birşey yokmuş gibi tecâhül edip (bilmezlikten gelerek), ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi.

     

    Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor.” (Sekizinci Söz)

     

    İyi olan kardeş ise bu hadiselerin bu şekilde cereyan etmesinden, karşılaştığı olayların sıra dışılığından ve onlar arasındaki ilişkilerden ve bir neticeye doğru gidiyor olmalarından hareketle bütün bunların başı boş ve tesadüfen olmadığını anlıyor ve buradan bu olayları bu şekilde yönlendirip gerçekleştiren Zat’ın varlığına intikal ediyor ve O’nun kudretini, takip ettiği gayeleri ve hikmetleri kavramaya çalışıyor ve O’na dayanarak büyük bir güç kaynağına ulaşıyor. Neticede, hadiselerin dili çözülüp her şeyin arkasındaki güzellikler ve hikmetler bu kardeşe açılmaktadır:

     

    “Bu dahi tedehhüş etti (dehşete düştü) —fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş; ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor. İşte, bu sebepten şöyle düşündü ki:

     

     

    Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder ki: "Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?" Sonra, tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş'et etti. Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş'et etti.

     

    Sonra, ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünkü kat'î anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et'imeye (yiyeceklere) birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa, bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.

     

    Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum."

     

    Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki, ejderha ağzı o kapıya inkılâb etti ve arslan ve ejderha iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine musahhar bir at şekline girdi.” (Sekizinci Söz)

     

    Birinci kardeş olayların ve hadiselerin altında ezilip en büyük bir bedbaht olup perişan bir hale düşerken, ikinci kardeş güzel bakışı ve yaklaşımı sayesinde en büyük bir güç kaynağına ulaşıyor, ümitle şahlanıyor ve hem bu dünyada hem de ötelerde en büyük bir saadeti elde ediyor:

     

    “İşte ey tembel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene edelim. Ta, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.

     

    Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır, titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar bir bahçeye davet edilir.

     

    Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir marifet içinde garip şeyleri seyir ve temâşâ ediyor.

     

    Hem o bedbaht, vahşet ve meyusiyet ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümit ve iştiyak içinde telezzüz ediyor.

     

    Hem o bedbaht, kendini vahşî canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu mihmandar-ı kerîmin acip hizmetkârlarıyla ünsiyet edip eğleniyor.

     

    Hem o bedbaht, zahiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azabını tâcil ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder.

     

    Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliğiyle kendisine muzlim ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvâya hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir.

     

    Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" (4/79) olan hükm-ü Kur'ânînin sırrı zâhir oluyor.” (Sekizinci Söz)

     

    Hizmet insanları günümüzdeki yaşadıkları ağır imtihanları ve mağduriyetleri bu bakış açısıyla değerlendirirlerse, bunların başıboş ve rastgele meydana gelmediklerini, her şeyin sonsuz ilim sahibi Allah'ın gözetimi altında gerçekleştiğini ve bir maksada hizmet ettiklerini anlarlar ve böylece, bu yaşadıkları en çetin hadiselerden en az kayıpla ve çok büyük kazançla çıkmaya muvaffak olurlar, Allah’ın (CC) izni, inayet ve keremiyle.

     

    Hikâyede kullanılan temsilleri ve sembollerin hakikatini Sekizinci Söz’e havale ederek, inşallah, sonraki yazıda, günümüzde Hizmet insanlarının yaşadıklarını aynı bakış açısıyla ele alalım.

     

     

     


    11 Eki 2024 01:54