“Bu Kur’ân, ancak bütün milletler için bir derstir (öğüttür).” (38/87) ayeti kerimesinde de ifade edildiği gibi Kur’an bütün Müslümanlar ve mü’minler için bir ders ve öğüttür. Bu yüzden iman ve Kur’an hizmetinde koşturan insanların hizmetleri için gerekli olan en önemli taktikler ve stratejiler için en önemli kaynak Kur’an ve Kur’an’ı en güzel yorumlayan ve yaşayan ve canlı Kur’an olan Sünneti Seniyye’dir.
Yusuf süresinde de Hizmet insanlarının ihtiyaç duyduğu çok sayıda ilkeler, prensipler, stratejiler ve taktikler vardır. Bunlardan bir tanesi de her türlü dünya nimetini elde ettikten sonra Allah’a (CC) olan iştiyakından dolayı Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) öteleri talep etmesini anlatan ayetten alınacak derslerdir:
“Ya Rabbi! Sen bana iktidar ve hâkimiyet verdin. Hâdise ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünya’da da ahirette de mevlam, yardımcım Sen’sin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve salih insanlar arasına dâhil eyle!” (Yusuf sûresi, 12/101).
Hazret Bediüzzaman’ın dünya hayatı açısından kendisini çok mes’ud (mutlu) hissettiği bir zamanda, dünya ve ona ait her şeyin faniliğinden hareketle tamamen Allah’a yönelip ona dayanmasına dair bir tefekküründe de aynı yaklaşımı görüyoruz:
“Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes'ûdâne bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Darü'l-Hikmette, meslek-i ilmiyeme münasip, en âli bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul'un en güzel yeri olan Çamlıca'da oturuyordum. Hem herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zekî, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı mâneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes'ut bilirken, âyineye baktım, saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm.
Birden, esarette, Kosturma'daki camideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: "Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıptayla bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?"
Her neyse... Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel, alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, bekà isteyen ve bekà tevehhümüyle fânilere müptelâ olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: "Madem cismen fâniyim; bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim; bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâkî-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım" diyerek taharrîye başladım.” (Lem’alar)
Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) dünya adına mutluluğun zirvesini yaşadığı bir zamanda, Allah’a kavuşmayı arzu etmesi, dünyaya ait güzelliklerin O’nun başını döndüremediğini ve O’nun Allah’a olan aşk ve iştiyakının büyüklüğünü göstermektedir:
“Hazreti Yusuf (aleyhisselâm), adım adım büyük bir neticeye doğru yürüyordu. Bu, büyük buluşma sonrasındaki konuşmalarından anlaşılıyor. Bütün bir hayat hikâyesini birkaç cümlede özetliyor. Yaşadığı hayattan ve kavuştuğu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ü senalar ediyor, tahdis-i nimette bulunuyor ve finali Allah’a kavuşma arzusunu dile getirerek tamamlıyor.
Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm), yıllarca ayrı kaldığı ailesine kavuştuğu, dünyanın kendisine gülmeye başladığı, geçmişteki acı olayların tatlıya bağlandığı, hayatının en rahat dönemi olarak görebileceğimiz bir hengâmda ölümü hatırlaması, aslında onun gözünün hep ukbada olduğunu, dünyaya zerre kadar meyletmediğini göstermesi açısından bizler için son derece manidardır.
Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımıyla Hazreti Yusuf’un ölüm talebi Hazreti Mahbub’a, Sevgililer Sevgilisine bir iştiyaktan kaynaklanıyordu. Bu iştiyaktı ki bütün dünyevî mazhariyetlerin zirvesine çıktığı zamanda bile ona ahireti arzulatıyordu.
Dünya onun başını döndürmüyor, bakışını bulandırmıyordu. Peygamberane bir tavırla Allah aşkını, ahiret iştiyakını ortaya koyuyordu. Vazifesini eda etmiş olmanın inşirahı içindeydi. Artık dünyada kalmanın gereği yoktu. Sevgiliye doğru yaptığı yolculuk bundan böyle ötede devam edecekti. Belki de o, dünyada misyonunu tamamladığını düşünüyordu ki rahatlıkla ve Allah’a kavuşma iştiyakıyla ölümü isteyebiliyordu.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)
Bizim dinimizde ise ölümü talep etmek caiz değildir. Allah Resulü, “Hiç kimse ölümü istemesin. Bu konuda Cenab-ı Allah’tan bir şey isterken şöyle dua etsin: Allahım, yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat. Ölmek benim için hayırlı olduğu zaman da beni vefat ettir ve canımı al.” buyurmuştur.
Bazı tefsirciler Hazreti Yusuf’un şeriatında ölüm talebinin caiz olduğu ile bu duayı açıklamaya çalışsalar da buradaki zıtlığı, ölümün bela, musibetler ve zorluklar karşısında talep edilmemesi ve dünya adına mutlulukların ve saadetlerin zirvesine çıkıldığı bir zamanda onun talep edilebilmesi şeklinde yorumlamakla gidermek mümkündür:
“Evet, insan hâdiselerin karşısında inim inim inlese, bu veya başka bir saikle vuslat arzusu insanın içini doldursa, insan ötelere iştiyakla yanıp kavrulsa, Allah’a ve dostlara kavuşma arzusuyla dopdolu bulunsa dahi ölümü isteyemez, “Allahım canımı al!” diyemez. Zira o, Allah’ın belirlediği vuslat vaktini beklemek durumundadır. Böyle bir beklemeye biz, vuslat iştiyakına karşı sabır ya da likâullaha (Allah’a kavuşma arzusuna) karşı sabır diyoruz.
Hayatın ağır imtihanları karşısında ölümü istemek bazı kimselerin içinden geçebilir, onlar böyle bir durumda ölümü arzulayabilirler. Fakat esas yiğitlik, dünyanın insanın yüzüne güldüğü anda ölmeyi isteyebilmektir. Hazreti Yusuf, dünyevî mutluluğun zirvesindeyken, bin bir zevk ve debdebe içinde hayatını geçirme fırsatı yakalamışken, Mısır’ın ötesinde daha geniş coğrafyalara ulaşıp hükmetme ihtimali varken ölümü isteyerek aslında büyük bir sadakat örneği sergiliyordu.
Çünkü esas maksadının dünyevî makamlar, imkânlar, saadetler olmadığını, biricik gaye-i hayalinin Allah’a kavuşmak olduğunu ortaya koyuyordu. Evet o bir sadık ve sıddîkti. Hapishane arkadaşı da ona sıddîk demişti. Zaten sadakat olmadan ihlas yakalanamaz. Sıddîk olmayan, muhlis de muhlas da olamaz.” (Kur'ân'ın Sihirli Ufku Yusuf Sûresi)
Hazreti Bediüzzaman da aynı ayetten hareketle, mü’minlerin dünya ve ahiret dengesinin nasıl olması gerektiğine dair tespitler yapmaktadırlar:
“Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusuf’un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu.
Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.
İşte, Kur’ân-ı Hakîmin şu belâgatine bak ki, kıssa-i Yusuf’un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: ”Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır.” (Mektubat)
İnşallah sonraki yazıda Hizmet insanlarının bu ayetten almaları gereken dersler ve prensipler konusu ile devam edelim…